29 Ekim 2023 Pazar

cumhuriyet 100 yaşında

80 darbesine az kala doğmuş bir neslin çocuğu olarak, mustafa kemal, cumhuriyet, laiklik, ilkeler ve devrimler gibi kavramların ezberden anlatıldığı, okullarda ders olarak okutulduğu ama kafaların, kalbin içine işlemediği zamanlardan geliyoruz biz.

her şey bir nebze yolundayken; mustafa kemal'in izinde olmak, laik teyzelerden olmak, bağdat caddesi'nde cumhuriyet yürüyüşüne katılıp bayrak sallamak, adada fener alayında marş söylemek, rakı masalarında ülke kurtarmak kolaydı.

asıl şimdi, şu an, bugün, sahip çıkmak elzem…

dünyada bilginin, bilgi edinme şeklinin, öğrenme metotlarının yeniden tanımlandığı bu günlerde, şimdinin çocuklarına, yepyeni yöntemlerle, atatürk'ü iyi anlatmanın yollarını aramalıyız.

bir ülke, tertemiz elimize bırakılınca tabii, cumhuriyet kazanımlarını da anlamakta zorlandık. ne ki şimdi bu cumhuriyet? ezberlediklerimizden bağımsız, benim için cumhuriyet;

işini iyi yapmak demek.

yüzlerce kilometre ötede, hiç tanımadığı insanlar, depremle sarsıldığında, işini gücünü bırakıp, yardıma gitmek demek.

işler iyi gitmediğinde "bile", iyi kalabilmek demek.

insanı, sadece "insan" olduğu için sevmek demek.

memleketin bilmem neredeki ormanı yandığında, boğazına yumru oturması demek.

iyi kalpli, vicdanlı çocuklar yetiştirmek demek.

bünyanın sadece insana ait olmadığını bilmek; kuş, köpek, panda, domuz ayırt etmeksizin beraber yaşamayı öğrenmek demek.

iyi anne, iyi baba olmak, çocuklarına kaliteli zaman ayırmak, büyüdüklerini keyifle izlemek demek.

ev, araba, daha iyi ev, daha iyi araba yerine, bilim, seyahat, sanat peşinde koşmak, "daha iyi nasıl yaşarız" diye kafa patlamak demek.

memlekettin tüm renklerini kabul etmek ve beraber yaşamanın yollarını aramak demek.

ülkenin başarılarına beraber sevinip, yıkımlarında beraber yas tutabilmek demek.

çalmamak, sadece kendi çıkarını düşünmemek, kendi cebini doldurmak için vatan satmamak demek.

ülkenin denizine, deresine, ata tohumuna sahip çıkmak demek.

köy, kasaba, şehir fark etmeden adil ve iyi eğitim için savaş vermek, savaş verenleri desteklemek demek.

ülkenin dillerini, edebiyatını, şarkısını, türküsünü, mutfağını, tarihi eserini özenle korumak demek.

gericiliğe, yobazlığa, cehalete karşı durmak demek.

yerli malını, markayı desteklemek demek.

sanatçısına sahip çıkmak demek.

 

benim için cumhuriyet içi boşaltılmış bir kavram değil artık. milli bayramlar, zorla götürüldüğüm okul piyesleri değil, gözyaşları içinde kaldığım, yollarda kendim gibi insanlar aradığım günler artık. atatürk, kamu dairelerinde tozlu fotoğrafları asılan adam değil, devrimlerine sıkı sıkıya sarıldığım adam artık. yaş aldıkça, laik teyzeler gibi, tartışmaya kapattığım bir konu artık atatürk. sevmeyeni, sevemiyorum…

 

100. yılında, devletin değil, düz halkın, bizim, sokaklara çıkıp kutlamasını umduğum cumhuriyet, yaşasın…

 

atatürk'e şimdi daha büyük sevgiyle, özlemle ve minnetle…

8 Mayıs 2023 Pazartesi

bu ülkede yaşamak


ben her sabah uyandığımda; kapkara bir güne açıyorum gözlerimi. 

bu ülkede yaşamak; bitmez tükenmez dert sahibi olmak demektir. 
tüm güzelliklerin katili bir hükümet ile, sürekli mücadele etmek demektir. 
geleceğinin çalındığını bilerek, nefes almaya çalışmaktır.
bir gün zeytin ağacına üzülmek, diğer gün soma'ya ağlamak, başka gün hatay'a içlenmektir. 

bu ülkede yaşamak; doğal ya da tarihi yerlerinin talanına şahit olmak ve her gün bir parçanın öldüğünü hissetmek demektir.

bu ülkede yaşamak; karanlığın ardından "bunlara alışma noolur, diren, alışma" demektir.
gencecik biri ülkeden göçme isteğinden bahsettiğinde, gözyaşlarını içine akıtıp, umuttan bahsetmektir. umudun sadece bir sözcükten ibaret olmadığını, her allahın günü kendine de hatırlatmaktır.
yurtdışına kaçarcasına giden her beyin göçüne uzun uzun ağlamaktır. 

işe giderken, metrobüste, sosyal medyadaki videolara sinirlenmek, sinirinden dudaklarını ısırmaktır, küfür etmektir.

bu ülkede yaşamak, kadınlara, çocuklara taciz, tecavüz, şiddet vakalarına alışık olmak ve bundan müthiş bir utanç duymak demektir.
kendi çarkı dönsün diye, onurunu, şerefini satan insanlarla, aynı yerde olduğunu bilmenin iğrenç ağırlığı ile yaşamak demektir.

bu ülkede yaşamak; sadece kendiniz ve sevdikleriniz için değil, size "vatan haini" diyenler için bile direnmektir.

ama bu ülke sadece;

aradan alacakları para uğruna, ülkenin tüm kamu mallarını satanların değil...
vatan millet sakarya diye ülkeyi uyuşturucu trafiğinin, silah ticaretinin, kara para aklamanın cenneti yapanların değil...
tesbih sallaya sallaya bütün kamu şirketlerinin içini boşaltanların değil...
"bizim ecdadımız osmanlı" diye diye, memleketinin her karış toprağını, parası olan yabancıya peşkeş çekenlerin değil...
eğitimli herkesten nefret edip, eğitimi, sanatı, bilimi baltalayanların değil...
din, iman, namaz, ezan, lafları ile insanların arazilerine, işlerine çöküp, haraç alanların değil...
paramızı pul edip, kendilerine yat, kat, villa alanların, oluk oluk paraları yurtdışına kaçıranların değil...
deprem yaşamış halkının acısını dindirememiş, bir çatı verememiş iktidarın değil...
halkının arasına bilerek, isteyerek, planlı şekilde kin, nefret ve düşmanlık tohumları ekenlerin değil...
"küçüğün rızası vardı" diyip, çocuklara uçkur çözenlerin değil..

bizim de ülkemiz...
ve biz buraya aidiz...
ve biz hiçbir yere gitmiyoruz...

18 Ekim 2022 Salı

45 olsa, duramazsın

 


30 ile 40 arası çok hızlı geçmişti. 40 ile 45 arası göz açıp kapayıncaya kadar geçti. kilolar alındı, kaz ayakları arttı, geceleri dışarda kalma saatleri hızla düştü, dışarı çıktığımızın ertesi günü koltukta yan gelinip yatıldı.

parti fotoğrafları, yerini kedi, kahve, kitap, deniz fotoğraflarına bıraktı. sohbetli masalar, keyifli gelmeye başladı. gençlerin kabalığı, ekonominin gidişatı ve okul taksitleri konuşmalarımızı domine etmeye başladı. anne babalarımızla olan kavgalarımız azaldı, kalpler kırılmasın diye idare etmeler başladı. hastane ve hastalık konuları gündeme girdi. mindfulness, yoga, nefes egzersizleri ile kendimizi huzura doğru yelken açarken bulduk. spor ayakkabının, eşofmanın, sweatshirtlerin köpeği olduk. buluşmak için büyük organizasyonlar beklememeye, bir saatlik samimi ve tadı damağımızda kalan ayaküstü görüşmeler yapmaya başladık. 

ben, tüm bunlara ek olarak, 45 yaşımda; yakınlarımla çok açık iletişim kurmaya, bunu inanılmaz bir tutkuyla istemeye ve açıkça konuşamadığım insanlarla uzaklaşmaya başladım. çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan kalma arkadaşlarımla sessizce yollarımızı ayırdık. kendi habitatımda, kendi sevdiğim şekilde, kendi istediklerimle yaşamaya çok alıştım. çok dertli, sürekli kendini anlatan, sadece kendini düşünen, az dinleyen, gürültülü, mutsuzluktan beslenen ve üslupsuz çoğu insanı hayatımdan çıkardım. şimdi daha az insanım var ama daha kaliteli bir hayatım oldu. bu yaşta en büyük lüks; istemediklerini yapmamakmış, ben bunu anladım. 

45'imden 30'larıma birkaç tavsiyede bulunabiliyor olsaydım, derdim ki:

- daha çok gez, oku, izle, yaz

- daha çok aşık ol

- daha cesur ol

- bir sporu sevmeye ve yapmaya çalış

- daha az endişe et

- şekeri sıfıra yakın tut

mutlu yaşlarım olsun...

2 Temmuz 2022 Cumartesi

me, too



bazen çok merak ediyorum, ölmeseydi ne olurdu? yüzleşebilir miydim? yaptıklarını hayal meyal, hissettiklerimi çok net hatırlıyorum:
"bu yanlış, bu yanlış, annemler bilirse kızar, bu garip, offf babam gelse keşke, ne zaman gelecekler, bu adam iyi biri değil, ne oluyor, hiç anlamıyorum, bunu büyükler yapıyor, çeksin elini, elini çeksin"

bu hissi yıllarca içimde sakladım, zaten ne olduğunu anlamam bile çok uzun sürdü. aklım aldığında, bir süre yanıldığımı düşündüm. bir başka dönem benim hayal gücüm sandım. insan 7 yaşındaki, evde ateşler için yatan yeğenini neden taciz etsin? neden çıkardığı penisini gösterip "bunu ellemek ister misin?" desin? bunun için çok korkusuz olması gerekir, çocuğum ben, daha o akşam babama anlatabilirdim. nasıl da eminmiş anlatmayacağımdan. "havada bulut, sen bunları unut" dediğinde unutacağımdan ne kadar eminmiş. gerçekten de öyle oldu, bunu ne o gün ne de takip eden günlerde anlatmadım. kimseye...   

bir gün annemin amcamı övdüğü bir yürüyüş sırasında, içimde hiç bilmediğim, beni ayak parmak ucumdan saç tellerime kadar saran bir öfkeyle kustum. annemin yaşadığı travmayı gözlerinde gördüm. yere oturdu, "sana dokundu mu?" diye sordu titrek sesiyle. bilmiyorum ki... hatırlamıyorum. "yok" dedim, "dokunmadı". 

korktuğumu hatırlıyorum, salona koştuğumu hatırlıyorum, sonra neden bilmiyorum, belki o da korktuğundan, üstünü başını toplamış halde geldi. günlüğüme bir şarkının sözlerini yazıp, "havada bulut, sen bunları unut" dedi. elini omzuma koydu, başımı karnına doğru bastırdı, ittim. sonrası yok.

bundan sonra evimize gelmeye, babamla şakalaşmaya, annemle muhabbet etmeye devam etti. bir gün hastalık haberi geldi, kısa bir süre sonra da öldü. evren rahmet eylemesin.
babama ancak o öldükten sonra söyleyebildim, kardeşinin şerefsiz bir sapık olduğunu bilse, gırtlağını sıkıp, hapse girerdi. zaten yıllar sonra aynı nedenle erkek arkadaşımdan dayak yediğimde de saklayacaktım. çünkü yine bilse ömer'in ağzını burnunu kırardı ve biz adada haber olurduk, herkes benim dayak yediğimi öğrenirdi. bu, o zamanlar kaldırabileceğim bir şey değildi.

bu ay 45 oluyorum. ve şimdi rahatlıkla söyleyebilirim ki; amcam beni taciz etti ve erkek arkadaşımdan dayak yedim. hiçbiri benim suçum değildi, benim utanacak hiçbir şeyim yok. biri sapık, biri dayakçı iki erkeğin hayatımı mahvetmesine hiç izin vermedim. ama dilerim onların yaşadığı hayat hep huzursuz, hep sağlıksız, hep neşesiz olsun. ağız tadıyla gülmesinler...

eminim anne babasına bir şey olmasın diye susan, kendisine yapılanları saklayan, içine atan, konuşamayan, anlatsa inanılmayacağını düşünen bir sürü kız çocuğu vardır. ben çok şanslıydım.

keşke hepsine sarılabilsem ve gözyaşlarımızı beraber akıtsak...

11 Ekim 2021 Pazartesi

sanat iyileştirir





 




bu haftasonu, tam da taşınmadan hemen önce sanat doldurdum ciğerlerime... o kadar iyi geldi ki... istanbul'da yaşadığımı hissettim tekrar. harala güreleden unutuyorum bazen şehrin güzelliklerini...

kafam hiç olmadığı kadar kazan. başı kesilmiş tavuk gibi oradan oraya koşuyorum. her işim yarım, her işim eksik. yapılacaklar listem çok kabarık ama zamanım o kadar az ki günün sonunda liste bana ben listeye boş boş bakıyoruz. hiç bir maddeye tik atamadan günü bitirip, cenin şeklinde koltukta 560 bin defa izlediğim diziyi tekrar izlerken buluyorum kendimi. garip bir gerginliğim ve hassasiyetim var. dokunsalar ağlayacağım, dokunsalar öfke krizine gireceğim. 

kimsenin kendini iyi hissetmediği bu günlerde biraz yaratıcılık, güzellik, nefis bir kaç kitap cümlesi, iyi bir yazı, harika film, sevgiliden gelen gülümseten mesaj o kadar iyi geliyor ki... 

belli ki kimseden hayır yok, kendi kendimizi iyi edeceğiz. hadi toplanın, kendimize iyi davranıp, gönlümüzü alacağız...

not: eserler 2021 contemporary art ve 212 photography istanbul'dan...

17 Mayıs 2021 Pazartesi

insan ne ile yaşar?


tolstoy’un "insan ne ile yaşar" adlı kitabında, çiftçi pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır. sıradan kendi halinde bir çiftçi olan pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir. 

gerçekten de reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. pahom’a “sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım.” der. “yoksa bütün hakkını kaybedersin.” 
pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. koşar, koşar, ama kesilir takâti. halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz…

reis olanları izlemektedir. çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. adamlarına bir mezar kazdırır. pahom’u bu mezara gömerler. reis pahom’un mezarının başında durur şöyle der: “bir insana işte bu kadar toprak yeter!” 
mütemadiyen biriktirmek istiyoruz. yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev… gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük...

- alıntı - 

16 Kasım 2020 Pazartesi

fakat müzeyyen...


"buluşsaydık ne olurdu?" dedim
"oturur çay içerdik, küçük bardaksa 1, büyükse 2 şeker atardım.
sen de çayını alırdın, içeceksen içerdin, içmeyeceksen önünde dururdu.
hatta sıkıldığında çay kaşığıyla bile oynayabilirdin" dedi.
bi ara “sarılırdım” desin istedim.
sonra boşver dedim kendime
herkes sevdiği adamla karşılıklı çay içemiyor bu ülkede, boşver...

fakat müzeyyen bu derin bir tutku

16 Temmuz 2020 Perşembe

43 değildir o, 43 olsa duramazsın...


suadiye, 14.temmuz.2020, no filter, sabah 6 suları




suadiye, 16.temmuz.2020, no filter, sabah 7 suları

annemle babamın evlenmesinden 365 gün sonra ve '80 darbesine 3 sene kala, iç anadolu'nun pek güzide şehirlerinden birinde doğmuşum. bizimkiler hamileliği öğrenir öğrenmez 3 doktor gezmiş beni alsınlar diye... ilk çocuk diye almamışlar. şimdi sorunca "pişman değiliz" diyorlar ama eminim okul taksitleri geldiğinde bir ufak 'acaba yapmasa mıydık' hissi oluşmuştur.

babamın beni havaya atıp tutarken elinden kaçırıp, yere düşürmesi ve annemin saçlarımı tararken sürekli ağlatması dışında çok büyük sıkıntılarımız olmadı, gel zaman git zaman ısındık birbirimize.

babamın her mini etek giydiğimde "bacakların çarpık ama tabii yine de sen bilirsin" deme taktiği ile annemin "iyi muhabbet ettiğin insanla beraber ol" uyarısı benim için hep yol gösterici oldu. ne birine beğenmediğim bir şeyi söylerken kalp kırdım ne de sıkıldığım insanla vakit geçirdim.

yeni yaşıma bir gün kala, ülkenin yokuş aşağı, frensiz bir şekilde medeniyetten, aydınlıktan, vicdandan, saygıdan kopuşunu izlerken, gerçekten yanıp sönerek yaşıyorum.
okuduğum her haber, yaşam enerjimden bir parçayı söküp götürüyor.

av köpeğine yem edilen yaralı ayı, çoklu baro sistemi, ayasofya'nın camiye çevrilmesi, dağ keçileri katliam ihalesi, heybeli'de, evimde yangın, bağıra bağıra gelen ekonomik kriz, dünyayı sarsan pandemi, lanet olasıca kanal istanbul projesi, karadeniz'de sel, tarım arazilerinin bir bir yok oluşu, işimdeki sancılı süreç...

ufak şeylerle mutlu olup, sonra bunları düşünüp kahroluyorum. zaten ülke beni üzerken, bir de etrafımdakilerin beni üzmesine izin vermiyorum artık. kaygı denizinde boğulmuyorum. beni aşağı çeken her şeyden kurtuluyorum. kimsenin hayallerimi yıkmasını seyretmiyorum. engel, karanlık tanımıyorum. 

dünyanın en iyi dostlarına sahibim. dur yere birini öldürsem; beraber gömeceğim insanlarım var. telefonda sesimi kötü duysa, güldüren insanım var. 15 senelik şişmanlığıma son vermeye karar verdiğimde desteğin allahını veren insanlarım var. mağaza dolaşırken "bu sana süper olur" diye fotoğraf atan insanım var. 2 kilo verdim diye benden daha çok sevinen insanım var. hayatında iyi ya da kötü bir şey olduğunda ilk beni arayıp paylaşan insanım var. her hata yaptığımda beni tekrar yerden kaldıran insanım var. "keşke kardeşim olsaydı" dediğimde "ee ben varım" diyen insanım var. bel ağrılarım çekilmez olduğunda, beni zorla mr çektirmeye götüren ve koltukta çıkışımı bekleyen insanım var. arabama vurduklarında "sen uğraşma, ben arıyorum şimdi, gelip alacaklar" diyen insanım var. tatil bavulunu hazırlarken, 6 aylık bebeğini kucağıma tutuşturup "alsana şunu, işim var benim" diyip, 5 saat çocuğu bana kilitleyen insanım var. "pazara geldim, bir şey istiyor musun?" diye arayan insanım var. kendine maske alırken, "aa diren kedi sever" diye kedi desenli bir maske de bana alan insanım var. köşeye sıkışmış hissettiğimde "senin için ne yapabilirim?" diyen insanım var. yoldan geçerken evine uğrayıp, "yemek var mı? açım ben" diye masasına destursuz oturduğum insanım var. çikolata yemiyeyim diye, bana özel muzlu kakaolu fit kurabiye yapan insanım var. "yeni yılda tek amacım seni mutlu etmekti" diyip kaybettiğim bilekliği alan insanım var. "bana yardım lazım" dediğimde, elinden gelenin fazlasını yapan insanım var. "yalnızlığı en çok hastanede kaldıramıyorum, tek gidemem" dediğimde "ne yalnızı kız, koluma takıp ben götüreceğim seni" diyen insanım var.
bol bol "seni seviyorum" diyenim var benim...

veee dünyanın en iyi annesine sahibim. endişesiz, korkusuz konuşabildiğim annem var. her gittiği tatilden bana magnet getiren, "olsun be yavrum, sen güçlüsün, halledersin" diyen ve derin, upuzun dostlukları ile bana ilham olan annem var.

hayatta en azından bir şeyi doğru yapmışım... çok şanslıyım...

o zaman iyi ki doğdum ben. yeni yaşım daha enerjik ve neşeli olsun. elmanın diğer yarısını bulduğum bir yaş olsun. bu yaş, hayatımın en mutlu yaşı olsun...sağlığımıza kadeh kaldırdığımız bir yaş olsun... aşk olsun...

24 Haziran 2020 Çarşamba

or

every man must decide whether 
he will walk in the light of creative altruism or 
the darkness of destructive selfishness.

kendimle dertleştik


bedenimde bıçak yarası alan yerlerin hiçbir zaman tam olarak iyileşmeyeceğine, bir kere benden vazgeçenin sonrasında yine, ilk benden vazgeçeceğine, cesaretin ve deliliğin bulaşıcı olduğuna, zerafetin ve korkuların miras olduğuna, yalnızlığın ve mutluluğun ise tamamen içsel durumlar olduğuna inanırım.

sarhoşken söylenilenlerin doğru olduğuna, "acaba ben aklına geliyor muyum?" diye düşündüğümde kesinlikle aklına geldiğime, hayvanların, müziğin ve trajedilerin insanı değiştirdiğine inanırım.

bir de insanın kendisindeki marazları çözmek için yalnız kalması gerektiğine inanırım. günlük telaşa, işe güce, elalemin derdine kendimi kaptırınca çok uzaklaşmışım kendimden. bugün biraz dertleştik "kendim"le, gönlünü aldım.

3 aylık karantina döneminden ekonomik olarak da, duygusal olarak da dağılarak çıktım. ama hayatta en iyi yaptığım şey; yerden kalkıp, ağız burun dağılmış vaziyette, tekrar kavgaya devam etmektir. toparlanma, tedavi, iyileşme, şifa, içine dönme, bakım, artık ne dersen, adını sen koy. yanına bir dilim de aşk alırsam... tadından yenmez...


10 Haziran 2020 Çarşamba

git git git me


istanbul'un son zamanlarda bana hissettirdiklerini sevmez oldum. düzenli çalışma hayatı, kira, fatura ödemeleri, sürekli bakımlı olma hali, yeni elbise ayakkabı çanta alma ihtiyacı, bitmek tükenmek bilmeyen ev gereksinimleri, sosyal hayatı diri tutma isteği, devamlı trafik ve kalabalıktan şikayet etme hali, tuhaf bir 'hayatı kaçırıyormuşum' hissi...
burada hızlı, bakımlı, dinamik olmak zorundayım. iş hayatım da sosyal hayatım da bunları gerektiriyor. üzerimdeki istanbul baskısından bunaldım.

benden daha cesur ve mobil kimi arkadaşlarım ülkenin sakin ve güzel yerlerine göç etti, oralarda yeni bir hayata başladılar. tek gidenler, çocuklarını ve kedilerini kolunun altına alıp gidenler, biraz orada biraz burada düzen kuranlar, "daha da gelmem istanbul'a" diyenler...
ah ne harika hikayeler...

ofisi, kendimi, ekonomik durumumu toparlayınca buradan gitmeyi denemeye karar verdim. bundan sonraki yaşantımı bunun üzerine kuracağım. acele etmeden, önce üzerimdeki yüklerden kurtularak... ne iş yapabilirim, nerede yaşayabilirim plan yaparak...
umarım bütün süreci tek başıma organize etmek zorunda kalmam :) şimdi böyle harika bir gelecek planınında 2 kişi olmak, sırt sırta vermek, işleri bitirip verandada, karşılıklı birer kadeh şarap içmek, sabah erken kalkıp, denize gitmek, çiçekleri sularken şakalaşmak, geceleri yıldızlar altında sevişmek, 2 kedinin yanına bir köpek, bir de tosbağa sahiplenmek, sağlıklı beslenip, düzenli spor yapmak güzel olmaz mı?
sevgili evren,
mesajı al artık. allah aşkına artık şu mesajı al, içimi kuruttun.

7 Haziran 2020 Pazar

kadının kadına terörü

*


"bilmediğim bir numara, açtım telefonu, küfür kıyamet bir kadın. ne orospuluğum kaldı, ne ucuzluğum. kocasının peşinde dolanmayacakmışım, ayağımı denk alacakmışım. yoksa bilirmiş o ne yapacağını. kocası kim? mahalledeki pizza restoranın sahibi. eve yakın diye gidip geldiğim, kendimi rahat hissettiğim ve iki kelam edeyim de kafam dağılsın diye konuştuğum adamın karısı arıyor. 
kocasına tek bir laf söylememiş, surat bile asmamış. artık nasıl bir haber aldıysa, beni facebook'ta aramış taramış, bulmuş, arayıp hakaret ve tehdit etmek istemiş ki çok kıymetli kocası onu benimle aldatmasın. ben ne yapayım senin gerizeka kocanı, al, turşusunu kur. ama bir daha ararsa, polise vereceğim."
h.e.

"denize yakın bir kafede, yuvarlak masa etrafında hoş beş ediyoruz. ailem, arkadaşlarım, gülüyoruz. annemin uzaktan merhabalaştığı bir kadın geldi, bir şeyler sordu. tam giderken, döndü, bana baktı, "aaa" dedi, "tanıyamadım, ne kadar kilo almışsın" uzun bir sessizlik oldu. keşke aklımdan geçenleri söyleyebilseydim. ama bu son, bundan sonra böyle densizlere aklıma ne gelirse söyleyeceğim."
d.s.

geçenlerde yeni anne olan bir instagram ünlüsü kendine gelen bir mesajı yayımladı. "saçlarınız hep yağlı, göğüsleriniz de sarkmış, tamam yeni anne oldunuz ama biraz bakım şart."
yazan da başka bir kadın. oturduğu yerden, tanımadığı bir kadına memeleri hakkında laf söyleyebileceğini düşünmüş. çünkü yeni anne sosyal medyada çok takipçili biri, dolayısıyla önümüze gelene bir tekme...
bu nasıl bir kin? anlamak ne zor...

her yerde gazlanan belli bir kiloda olmamız gerekiyor, belli bir bakımda olmamız gerekiyor ve hatta belli bir ahlakta olmamız gerekiyor baskısı yetmiyor, üzerine hemcinslerimiz tarafından terörize ediliyoruz.

canım kadın arkadaşım,

ben istediğimi yer, istediğimi içer, istediğim kiloya gelirim. memelerim karpuz kadar, popom masa kadar olabilir. sarkmış olabilir, ceviz kadar olabilir.
saçım kısa, yağlı, uzun, renkli olabilir. saçım olmayabilir.
kocam olabilir, sevgilim olabilir. ikisi birden olabilir, hiçbiri olmayabilir.
canım istediği zaman evde otururum, canım istediğinde bara gider dans ederim. içki de içerim, çay da, sigara da... sigarayı ister yolda içerim, ister masada.
istersem çocuk yaparım, istersem yapmam.
ister erkek bedenini arzularım, ister kadın bedenini...
ister şarkı söylerim, ister gülerim, istersem soğuk nevale olurum.
ister gece 4'te dönerim eve, ister taksim barlarında sabahlarım. istersem çıkmam mahalleden dışarı.
ister tek yaşarım, ister sevgilimle.
istersem askılı giyerim, istersem tayyör, istersem şort.

yaşadıklarım; sana beni yargılama hakkı vermez. seni tanımıyorsam büyük ihtimal düşünceni de merak etmiyorumdur. ben senin değerli fikirlerini istersem, mutlaka danışırım.

dünya kurulduğundan beri erkeğin domine ettiği yaşantımızı bir de sen bulandırma. hadi kadın kardeşim... 

martı



martılarla tanışmam 83 yılında, adaya taşındığımız ilk gece oldu. ayancık'tan apar topar geldiğimizden henüz bir evimiz yoktu. yaz tatili nedeniyle kapalı olan lisenin, boş bir sınıfında kalıyorduk. eşyalarımız kutularda başka bir sınıftaydı.
hava kararmıştı, perdesiz büyük sınıf camlarından gökyüzünü görebiliyordum. annemle baba radyo dinleyip, sohbet ediyordu. ne çok parlak yıldız var...
yeni okulumu, evimizi, arkadaşlarımı düşünerek uykuya daldım. gece yarısı ton ton göbekli bir amcanın şen kahkahası ile uyandım. nasıl gülüyor... çok komik bir şey olmuş, belli... ne acayip yer burası... tekrar daldım uykuya...
ton ton amca her gece ve her sabah gülmeye devam etti. sonraları öğrendim ki onlar martıymış...

ilerleyen zamanlarda boy boy martılar bizim evin havalandırma boşluğuna düştü çatından. babam sayısız kez onları, o küçücük karanlık yerden çıkarıp, tekrar havaya saldı. babamı düşman sanan martı önceleri direnip, kanat çırpar, sonra ya anladığından ya da çaresizlikten teslim olurdu babamın kollarına. yaklaşık haftada bir yaşanan bu etkinlik, apartmanın ben yaşlardaki bütün çocukları için konuşacak yeni bir mevzu ve heyecan dolu dakikalar demekti.

gel ve git zaman martı sesini duymaz olmuştum, dün gece uzun bir aradan sonra ilk kez yatak odasının açık penceresinden içeri ton ton göbekli amca kahkahası doldu. güldüm, ninni gibi geldi, uyuyakaldım.

martı sesi; bana adaya, denize yakın olduğumu, güvende olduğumu hissettirir. benim için bin bir çeşit okyanus sesinden, meditasyon müziğinden, yağmur damlasından, yaprak hışırtısından güzeldir. çünkü ev sesidir, yuva sesidir, çocukluğumun sesidir.

belki adada büyümüş bir sürü insanın, kışın şehirde denize yakın semtlerde ev tutması hep bu yüzdendir...  

4 Haziran 2020 Perşembe

haaa, that's why my home is full of plants...






@picame


i ruined so many things
that could have been amazing
because i was sad
(billie eilish)

31 Mayıs 2020 Pazar

love, freedom and peace




ülkenin ve dünyanın tamamen boka sardığı şu günlerde çare barış, çare adalet, çare aşk, müzik, seks. çare doğayla içe içe olmak, çare özgürlük, çare tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek ve kendine yetmek. çare sınırları kaldırmak, insan sevmek, hayvan sevmek, bitki sevmek, vicdanlı olmak. çare yerel tarım, ekolojik denge. çare iklim bilinci. çare okumak, çare farkındalık. çare köyden kente eğitim seferberliği. çare hak aramak, sorgulamak, düşünmek. çare aklında her ne varsa konuşmak, anlatmak. çare öğrenmek, dinlemek. çare feminist hareket. çare ayıpsız günahsız kafalar. çare kadınlar. çare direniş...


gelecek; lüks markaların hayvan derilerinden yaptığı çantalarda, pahalı elmaslarda, dogma din öğretilerinde, bilgisi olmadan fikri olanlarda değil. gelecek; kendinden başkasını düşünmeyen, satın almak ve tüketmekten başka bir şey konuşamayan genç insanlarda değil. gelecek; hayatında bir kitap kapağı bile açmamış, kendisine verileni hiç sorgulamamış, cahil olmakla övünen kalabalıklarda değil. gelecek; savaşta, topta, tüfekte, silahta değil. gelecek; parada değil, nefrette, yalanda, kinde değil.


ben dünyada yavaş yavaş yükselen yeni müziği duyuyorum... savaşmayıp sevişmeyi tercih eden yeni neslin sayıca daha kalabalık, zekaca daha üstün olduğuna eminim...
umarım çıplaklık ve ispanyol paça pantalonlar tekrar moda olduğunda zayıflamış olurum :)

not: bugün, gezi'nin 7. yaş günü... kişisel tarihimin en güzel ve en umut dolu günleriydi. dünyanın o yükselen müziği benim için gezi ile 31 mayıs 2013'te taksim'de başladı... nice yaşlara gezi, seni çok seviyorum...

26 Mayıs 2020 Salı

bırakın sıkılsınlar

people make mistakes,
that's why they put rubbers
on the ends of pencils

fleabag

sinop ayancık'tayız, evimiz 3. katta. yaşım 5 midir nedir, camın önüne dayanan birkaç katlı ahşap bir oyuncaklığım var, böyle bebek mavisi, onun en üstüne oturup, açık camdan aşağı hasır sepet sarkıtıyorum. içinde çeşit çeşit oyuncaklar var, sokaktaki çocuklar oynuyor, ben izliyorum, sonra geri koyuyorlar sepete, ben yukarı çekiyorum. hafızam beni yanıltmıyorsa annem arada mutfaktan gelip, bana bakıyor, düşmüş müyüm diye, o kadar.
bazı akşamlar misafirliğe gidiyoruz, annemlerin konuştuğu en ufak bir konuyu bile hatırlamıyorum. çünkü o odada değilim. belki tek belki birkaç çocuk, büyüklerin olmadığı bir odada, kendi kendimize eğleniyoruz. arada gelip bize meyve veriyorlar. gece geç saatlere kadar annemleri hiç görmüyorum, odada uyuyakalıyoruz, sabah kendi yatağımda uyanıyorum. belli ki kucakta taşınmışım eve kadar.
annemler adada kahvede takılıyor, bazen kanasta bazen okey oynuyorlar. yaşım 7 - 8. üst parka gitmem yasak ama sahildeyim, arada yanlarına uğrayıp su içiyorum, sonra tekrar oyuna.
annemler ethem'in oraya gidiyor, yemeğe... kalabalıklar, var bir 15 kişi falan. muhabbet, içki, müzik... biz çocuklar ormandayız, uzakta bir sofrada yemek yemişiz, sonra da oyuna dalmışız.

annemle babamın bana oyun kurduğunu, oyunlarıma dahil olduğunu, beni eğlendirmek için taklalar attığını bilmem ben. "sıkıldım" desem, (demem de desem) "bir şey olmaz, oyna devam" derlerdi heralde.

annemle babam yetişkin şeylerle uğraşırken, ben eriğe daldım, incir ağacından düştüm, karıncaların yuvalarını takip ettim, çomak soktum, tırtıl, kedi, kirpi, köpek, tosbağa sevdim. enseme kocaman çekirge kondu, çığlık kıyamet attım üstümden. saklambaç, yakan top, isim - şehir, lastik oynadım, ip atladım. at kestanesi savaşı yaptım, orgla 'daha dün annemizin'in müziğini çıkardım. kaldırımda oturup, saatlerce kitap okudum, ders yaptım, resim çizdim.
balkonda halı yıkadım, iskambil kağıdından fal baktım, bebeklerime elbise yaptım. tabureyi ters çevirdim, bebek arabası yaptım, manav tezgahı yaptım. 5 taş oynadım, çember çevirdim. bisiklete bindim, yokuş aşağı ellerimi bırakıp indim. renkli tellerden bilezikler yaptım, onları konuya komşuya sattım. karda poşetle, tepsiyle kaydım. patenle defalarca düştüm, bisikletin zinciri yüzlerce kez çıktı, ısırgan otunda yuvarlandım, kaşıntıdan yara oldum, tüf tüf kaç kere yüzüme geldi, dizlerim hiç iyileşmedi. istop, don ateş, yerden yüksek oynarken hakkımı yediler, ağlaya bağıra aldım.
gece mezarlığa girdim, deli pedro'nun evine girdim, hayalet hikayeleri uydurdum. santraldeki devasa kablolara tırmandım. muhakkar amca'nın zilini çalıp kaçtım, evlerin içine yumurta atıp kaçtım, camideki cemaatin ayakkabılarını saklayıp kaçtım.
eski top sahasında prensesin tacını aradım saatlerce. okuma yazma bilmeden gırgır'ı, fırt'ı, dayımın mister no'larını ve hayat ansiklopedisinin fotoğraflarını ezberledim.
sahildeki banka oturup, üstüne adımı kazıdım, geçen gemileri saydım, vapurdan inenlerin kıyafetlerini süzdüm, su gemisini bekledim. kafamda filmler yazdım, oynadım, yönettim. kaset koyup, kan ter içinde kalıncaya kadar şarkıcılık ve dansçılık oynadım. hayalimde ödüller aldım, alkışlandım, evlendim, çocuklarım oldu, kocamla yabancı yerlere tatile gittik. uçurtma yaptım, grapon kağıdından kedi merdiveni yaptım.

sonra büyüdüm...
karantinada evde yalnız sıkılmıyor musun? diye soranlara; tek başına sıkılmamak çocukluktan miras bana...

anneme...

25 Mayıs 2020 Pazartesi

karantina dizileri ve podcastleri







2.5 aylık karantina döneminde bazı sabahlar yerin dibinde uyandım, bazı sabahlar yataktan çıkacak gücü zor buldum, bazı günlerse keyifli hatta mutlu bile kalktım. dayanılmaz bel ağrıları çektim, kimi günler koltuktan 10 dakikada ancak kalkabildim. ağrılar hala nefesimi kesiyor...

iyi diziler izledim, harika podcastler dinledim. filme çok yüz vermedim, dikkatimi herhangi bir şeye 20 dakikadan fazla vermem mümkün olmadı. kaygı sarmıştı dört bir yanımı, film izlerken başım ağrımaya başlıyordu, zorlamadım. ilk günler kitapların sayfasını açmadım ama üstüme gitmedim. sonra okumayı özledim, tekrar başladım...

karantinada son günlere yaklaşırken size seyirlik ve dinlemelik bir kaç öneride bulunmak istiyorum.

dizi önerileri

diziden çok size phoebe waller-bridge'i önereceğim. bu zeki ve aşırı tatlı kadını takip edin. neye dokunursa izleyin.

crashing - (netflix, 1 sezon, 6 bölüm)
londra'da artık kullanılmayan bir hastanede, kiracı olarak kalan bir grup insanın hikayesi. yazan ve oynayan phoebe waller-bridge. bildiğim kadarıyla kendisinin ilk dizisi.
kahkahalar atarak izleyeceğiniz bir dizi değil crashing ama diyaloglar zekice, ilişkiler yer yer karikatürize yer yer çok sahici. fleabag'a giden yolda reis'i tanımak adına ilk basamak diyelim.

fleabag - (amazon, 2 sezon, 6 + 6 bölüm)
londra'da minik bir cafe işleten genç bir kadının öyküsü. çarpıcı, komik ve tadı damağınızda kalan cinsten.
1. keşke arkadaşım olsaydı.
2. keşke izlememiş olsaydım, o kadar iyiydi ki hiç bitsin istemedim.
kameraya konuşuyor olmasından seçtiği erkeklere, aile ilişkilerinden mimiklerine, en yakın arkadaşı ile olan ilişkisinden problemleri çözüş şekline hepsine ama hepsine çok hayran oldum, çok kıskandım. üvey annesinin yaptığı penis tablosuna aşık olmuştum, gerçek hayatta phoebe waller bridge'in evinde asılı olduğunu duyunca çok güldüm. bu kadar çok sevmem; londra ve ingiliz aksanı ile olan duygusal bağımdan mı yoksa yazarın kaleminin kıvraklığından mı bilmiyorum. yaşasın ingiliz dizileri ve yaşasın kadın yazarlar diyerek şiddetle tavsiye ediyorum.
not: ah o papaza, yüzde yüz ben de aşık olurdum. ve yine yüzde yüz, her şeyi bok ederdim.

killing eve - (dizi siteleri, 2 sezon)
phoebe reis denince akla sadece komedi gelmesin. bir seri katil dizisinde de imzası var. modaya meraklı ve sevimli bir kiralık/seri katil ile o'nu yakalamaya çalışan polisin öyküsü. polisi grey's anatomy'den tanırsınız. katille polis arasındaki çekim ve kaçma kovalama hikayesi için izlenir. bence harika bir iş değil ama seyirlik.

run - (digitürk - şimdilik 1 sezon)
iki çocukluk aşkının 15 sene sonra, tüm yaşantılarını bırakıp, birlikte kaçma hikayeleri. phoebe reis yapımcı, bir bölümde de oynamış. izlerken aklıma ilk sevgilimle birbirimize verdiğimiz "40 yaşına geldiğimizde hayatımızda kimse yoksa hemen evlenelim" sözü geldi. zira birbirimizi gördük ama evlenmedik. gençlik sözlerine güvenmeyin arkadaşlar :) ben kusursuz olmayan kadını ve erkeği, oyunculuklarını ve konuyu sevdim.

normal people - (dizi siteleri, 1 sezon, 12 bölüm)
bir kızla erkeğin liseden başlayıp üniversite ile devam eden ilişkilerini konu alıyor, romandan uyarlama bir irlanda dizisi. gençlik dizisi gibi duyulsa da bunun çok ötesine geçiyor. oyunculukları, kamera açıları ve renklerin pastelliği ile öne çıkıyor. son zamanlarda izlediğim en iyi ilk seks deneyimi ve sevişme sahneleri.
açık iletişim kuramıyor olmaları bana çok uzak olsa da dizi ikinci bölümden itibaren sizi içine alıyor ve birbirlerine olan yoğun hisleri seyirciye geçiyor.
hayatında en az bir toksik ilişki yaşamış herkes kendinden bir parça bulabilir. ve bence altı çizilecek bir toksik ilişki cümlesi: it is not like this with other people :)

edit 1: bu diziyi izledikten sonra üzerinde çok düşündüm. aynı yerde büyümek ve çocukluğunun ya da gençliğinin birlikte geçmesi, bir insanı anlarken büyük bir fark yaratıyor.
ben adada büyüdüm ve orada büyümeyen, küçük yer/kasaba kültürünü bilmeyen insana bağlılıklarımı, hassasiyetlerimi anlatmak çok zor oluyor. masal anlatıyorum gibi geliyor onlara. ilişkileri tanımlama şeklim garip, özlemlerim anlamsız, hikayelerimin içeriği boş geliyor.
hep adadan biriyle, aynı şeyleri yaşadığımız biriyle beraber olacağımı sanırdım. du bakalım hikayem bitmiş sayılmaz, kısmet :)

edit 2: dublin trinity college için konuşuyorum; coğrafya gerçekten kader. orada edebiyat okumak vardı, ben istanbul üniversitesi'nde turizm okudum. şansıma tüküreyim :(

edit 3: dizinin müzikleri biraz hüzünlü ama karantinada tavana bakarken, kendinizi puslu bir dublin sabahında sanmanızı sağlıyor... ki bence bu da müzikleri müthiş yapıyor.

edit 4: deseler ki bir roman yaz, bunu yazmış olmak isterdim.

after life - (netflix, 2 sezon, 6 + 6 bölüm)
çok sevdiği karısını kanserden kaybetmiş bir adamın öyküsü. diziyle ilgili bilgileri internetten alırsınız zaten ama ben bu diziyi izleyip de karı koca arasındaki müthiş ilişkiye öykünmeyen var mı onu merak ediyorum. birlikte yaşamak için seçtiğiniz insan ne kadar önemli, karakterinizde ne kadar kocaman bir etkiye sahip ve beraber gülmek kadar ilişkiyi besleyen bir şey yok. (ben de şahsen beraber çok gülüyorum diye bazı boktan ilişkileri senelerce devam ettirdim)
ricky gervais var diye gülmekten ölmüyorsunuz, aksine benim ağladığım yerler oldu. favorim mezarlıktaki kadın; deliyürek'teki kuşçu gibi bir şey, aforizma üzerine aforizma...  karantinaya ağlamalı ve gülmeli bir ara vermek için iyi bir seçim.

valeria - (netflix, 1 sezon, 8 bölüm)
sex and the city'nin ispanyol versiyonu gibi düşünün. 4 kadın, ilişkiler, seks... ispanya sevgimizi kimse sorgulamasın.

this is us - (amazon, 4 sezon, onlarca bölüm)
bol ağlamalı, arada gülmeli bir aile draması. zenci, gay, evlatlık edinme, obezite, ölüm, harika bir anne baba ilişkisi, anne öfkesi, alkol bağımlılığı, uyum sağlayamama, iş hırsı, sorunlu gençlik... ne ararsanız var. benim çok severek izlediğim dizilerden biridir, kalbimde yeri ayrıdır.

the english game - (netflix, 1 sezon, 6 bölüm)
ilk profesyonel futbol oyuncularının gerçeğe dayanan öyküsü. kostümlü dizi, üstelik yer ingiltere, hemen 1-0 önde başlıyor tabii. içinde futbol geçiyor diye, maskülen bir dizi olarak algılamayın, her şey dozunda.

modern love - (amazon, 1 sezon, 8 bölüm)
new york times'ın makalelerinden alıntılanmış, aşk üzerine, hepsi romantik komedi tadında 8 ayrı öykü. özellikle karantina döneminde, kendinizi iyi hissetmek ve kalbinizi yumuş yumuş yapmak isterseniz, çok iyi bir seçim. keşke devam etse de ara ara açıp izlesek.

new amsterdam - (digitürk, 2 sezon, bir sürü bölüm)
new york'un en büyük devlet hastanesinin başına geçen bir adamın gerçeğe dayanan hikayesi. bir doktor ve hastane dizisi. ben zaten severim hastane dizilerini ama max goodwin çok ilham verici ve hayranlık uyandırıcı bir karakter.

unortodox - (neflix, 4 bölümlük mini dizi)
newyork'taki hasidik yahudilerinden esty adında hayalleri olan bir genç kızın öyküsü. güneydoğu anadolu'da zorla evlendirilen zeynep adlı bir genç kızın istanbul'a kaçtığını ve kendine yeniden bir hayat kurmaya çalıştığını düşünün. işte benzer işler. dizinin bir noktasında esty başındaki peruğu çıkarıp denize giriyor, o sahnede sanki ben girdim suya... değişik hayatlar izlemek ve özgür olduğumuz için "oh be" demek için bile izlenir.

podcast önerileri

ben tümünü spotify'dan dinliyorum.

ilk sayfası; mirgün cabas ve can kozanoğlu sunuyor. yazarla söyleşiler çok iyi. benim favorim behiç ak'lı olan bölüm.

bunu ben de yaparım; ibrahim selim'in nefis sesiyle, çeşitli konular üzerine detaylı anlatımlar. dijital aşk, dolandırıclık, komplo teorileri gibi...

nasıl olunur; nilay örnek'in sunduğu bir program. gelen konuklar, alanlarındaki en iyiler. çok bölüm var, ilginizi çeken insanı açıp dinleyin. ben çok şey öğrendim bu seriden. ece temelkuran favorim.

o tarz mı? can bonomo ve arkadaşlarının sunduğu bir podcast ama herkese göre değil. biraz o kafaya girmek gerekiyor, bilmek ve zamanla tanımak gerekiyor. ben çok severek dinliyorum ve dinlettiğim kimse bayılmadı :) ben kalt podcastlerini de bu gruba sokuyorum.

soru cevap; ferhan şensoy usta'nın soruları cevapladığı 15 dakikalık podcast yayınları. ben çok özlemişim dinlemeyi. büyük tavsiyedir.

dizi koması/film koması; melikşah altuntaş'ın hazırlayıp sunduğu ve dizi film önerilerinde bulunduğu podcast. art house sinema severler için daha uygun bir seri.

ben belim kopmadan yatağıma geri dönüyorum. yemin ederim adeta frida kahlo'yum, öyle bir ağrı...

22 Mayıs 2020 Cuma

1800 yıllık şarkı


yaşadığın müddetçe parılda
hiçbir kedere sahip olma
çünkü yaşam kısa
zaman verdiklerini alır nasıl olsa

(1800 yıl önce yazılıp bestelenmiş ve dünyanın bilinen ilk şarkılarından biri - seikilos / aydın civarı)

1800 yıl önce de harcanacak vakit yokmuş, şimdi de yok...
1800 yıl önce de aşk insanın ışıldamasını sağlıyormuş, hala da öyle...
1800 yıl önce de aşık insan 10 santim yukarıdan yürüyorum sanıyormuş, hala öyle sanıyor...
1800 yıl önce de aşk kederin ilacıymış, şimdi de öyle...
"keşke" demek 1800 yıl önce de çok acı vericiymiş...

mektup aşkına...


annemin evindeki odamda, kilitli dolapta yıllardır bekleyen mektuplara gözüm ilişti. vapura gitmeden 10 dakika önce, yolda bakarım diye çantama attım hepsini. belki 200'e yakın mektup, bunun 10 katı da defterlerde var. yazılar, çizimler, şiirler, özlem ve aşk dolu satırlar...
ne güzel hayaller kurmuşuz... ne çok sevmişiz...

bir insana sırtını dayamak nedir bilmiyorum ama "iyi ki var" ne demek biliyorum. bir insan nasıl sevilir, aşkından nasıl sarhoş olunur, derdine derman olmak nedir, aşktan nefesinin kesilmesi ne demek biliyorum. öfkeden deliye dönmek nedir, beklemek nedir, görünce karnında kelebekler uçması nedir biliyorum. tartışma sırasında gırtlağını sıkacakken, tutup öpülmek ne biliyorum. katılırcasına ağlarken, sarıp sarmalanmak ne biliyorum.

ama ne ara kendimi bu kadar değersiz hissetmeye başladım onu bilmiyorum. kendime olan güvenimi ve saygımı 43'e giderken yolda bir yerlerde kaybetmişim. yanlış seçimlere verilen çok seneler...

iyi ki yazmışım, iyi ki yazılan her şeyi saklamışım. (ömrü hayatımda bir kez yazılan her şeyi yok ettim.)
ben kelimelerin büyüsüne çok inanırım. şu an okuduğum her mektup beni güldürüyor ama biliyorum ki o satırlar bana tekrar aşk getirecek. bir o mektuplar bir de anneannemin masa örtüsü... bak şuraya yazıyorum....

18 Mayıs 2020 Pazartesi

inci kefalleri



kaş, inönü koyu

bu yazıyı sadece şu muazzam fotoğraflara tekrar tekrar bakmak için yazıyorum. ben burada yüzdüm. ömrümdeki en güzel günlerden biriydi. 
hayattan 2 yaz alacağım var benim. ve bitmez tükenmez hayalim; buralarda yaşamak... seni çok özlüyorum deniz, seni çok özlüyorum kaş...  

17 Mayıs 2020 Pazar

öykü

etkileyici bir metin ve okur arasında yaşanan mücadeleyi, roman hep sayıyla kazanır. 
oysa öykünün maçı nakavtla alması gerekir.

julio cortazar

daha kendimle seyahate çıkıp, gittiğim yerin meydandaki güzel kafelerinden birinde içkimi yudumlayıp, etrafıma bakınmadım. daha kaş'taki o muhteşem koyda, sırtüstü uzanıp, kendimi suya ve güneşe bırakmadım. daha sevgilimle istanbul'dan çıkıp, kedilerle beraber, arabayla taaa hatay'a kadar gitmedim. kedilerle eziyet olabilir ama onları aylarca bırakamam, ben nereye onlar oraya... daha bir süre izmir'de yaşamayı denemedim. daha kapadokya'da balona binmedim. daha sulu ada'ya gidip, kendimi suya banmadım. daha bir köpek annesi olmadım. daha ted talk'a çıkmadım. daha adalar belediyesi'nde turizm bölümünün müdürü olmadım. daha istediğim kiloya inmedim. daha beyaz elbisemle gayri resmi evlilik partisi düzenlemedim. daha kimsenin yüzüğünü takmadım. daha motor ehliyeti ve motor almadım. daha bitkiler üzerine bilgilenmedim. daha kitaplarım var okunacak ve koca bir film listem var izlenecek. 
ben bir roman var önümde sanıyordum, öyküm varmış... vasat bir öyküm olsun istemiyorum. vurucu bir sonla biten, her kelimenin değerli olduğu, ara ara güldüren, dokunaklı bir öyküm olsun istiyorum. 
zamanım eskisinden çok daha değerli artık... hoşgeldin yeni yaşımın farkındalığı :) 

13 Mayıs 2020 Çarşamba

bir vs iki



kadın, o'nun hayallerini paylaşmayan kocasını boşadı. yazar olmak isteyen, bunun rüyalarını gören, yazmasa çıldıracak kadının, müzede güvenlik görevlisi olarak işe girmesine neden oldu. kadının gökkuşağını çaldı.

kadın, odada kitap okurken, ışığı kapatan kocasını boşadı. çok emek vermişti ilişkilerine ama artık mutlu değildi. hayatta hep kocası öne çıkmıştı. kadının sırası hiç gelmiyordu, kendine yer bulamıyordu.

kadın, o'nun üzerine yıkılan kocasını boşadı. sürekli mutsuzluğuyla ve kaygılarıyla kadının renklerini soldurdu. kadının neşesini, heyecanını ve umudunu aldı, kendine yaşam enerjisi yaptı.

bayılıyorum önünde sonunda kendi yolunu çizen kadınlara... kendini, seçtikleri erkek üzerinden tanımlamayan, "tam"amlanmak için birine ihtiyaç duymayan, kendine yol arkadaşı ve seks partneri arayan kadınlara bayılıyorum.
aynı kadınlar, mutlu olmak için önce kendileriyle barışmak zorunda olduklarını çok iyi biliyorlar. mutluluk, gerçekten kendinden memnun olma hali... ve mutlu etmek için çaba göstermeyen, yanağımızdaki al rengi solduran, kahkahamızı bastıran, hayallerimizi engelleyen herkesi çıkarmalıyız hayatımızdan.
evet, "iki" "bir"den büyüktür ve hayata "iki" olarak direnmek ne tatlıdır... ama bütün kahramanlar "bir"dir :) 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

beyoğlu




birlikte olduğumuz insanı bir bütün olarak değerlendirmez miyiz? ilişkiyi, geçirdiğimiz yıllar, bütün sarhoşluklarımız, sevişmelerimiz, gülmelerimiz üzerinden gözden geçirmez miyiz? tek bir söz, ani yapılan bir hareket, öfke patlamasıyla aşkınız sona erer mi? kanımca birini yatakta bile bassanız, aşkınız puff diye uçup gitmez. kendinize biraz zaman tanımanız gerekir.

ilişki meşakatli bir yol, uzun bir yol. durup dinlendiğiniz, 'allah belasını versin böyle uzun yolun' dediğiniz, susadığınız, arkadan itilmek istediğiniz, acıktığınız, gözünüze güneş gelen, üşüdüğünüz zamanlar oluyor. yolda beraber yürüdüğünüz insana anlık hislerle bakarsanız biter o yol... siz de manzaranın keyfine varamazsınız...

ben beyoğlu'nu bile son 10 yılına bakarak değerlendirmiyorum. şimdi gittiğimdeki soğuk, hikayesiz haliyle anmıyorum... saç ektiren araplar, nargile kokuları, sürekli bir inşaat hali, yıkılan emek sineması, demirören çirkin yapıtı, tuhaflaşan ara sokakları ve ruhunu çektiklerine emin olduğum haliyle anmıyorum. bende büyük kredisi var ve 500 yıllık tarihi...

sultanlar yürüdü istiklal caddesi'nde ve fötr şapkalı devlet büyükleri... elçiler çay içti bu sokaklarda... gezi direnişinin ev sahipliğini yaptı bu park... 1 mayıs'ta kazancı yokuşu'nda sniper ile vurulanların kaldırımları bunlar. akm'nin önünde ne kavuşmalar oldu biliyor musun? ve ne ayrılıklar, gözyaşları içinde... galatasaray lisesi'nin önünde bir ömürdür bekleyen cumartesi anneleri var. bolşevik devrimi'nden sonra taksim sokaklarında beş parasız şarkı söyleyen rusları... tiyatro sonrası, ayak üstü ıslak hamburger yiyen oyuncuları... orospuları... emekli orospuları... saat satan siyahileri... çiçeklerin en alasını satan çingeneleri... çeşit çeşit perukçuları ve seks dükkanları... galata'dan kendini bırakan hezarfen'i var. 6-7 eylül'de zorla gönderilen gayr-i müslimleri gördü bu sokaklar... 

şimdiki haliyle bakmak beyoğlu'na haksızlık... ülke nasılsa beyoğlu da öyle... ülke cahil, ülke vicdansız, ülke satılmış, ülke boşlukta savruluyor... beyoğlu da...

ama gün olur devran döner ve şehrin kalbi beyoğlu yine "bizim" olur. çünkü gerçek aşk bitmez... 

9 Mayıs 2020 Cumartesi

tam ne zaman "yuva" diyoruz?






evime düşkünüm ben. temizlik ve dağınıklık konusunda obsesif olduğum durumlar var. evdeki kimi objelerle ilgili takıntılarım var. buzdolabının üstündeki magnetlerin ve duvarlardaki her tablonun bir anısı var. tarih veremem ama bana geldiği zamanı ya da aldığım yeri tüm detaylarıyla anlatabilirim.  bulunduğum yeri kendime benzetmeyi severim, eve girince bana ait olduğu hemen anlaşılır.  

daha önce de bir kaç ev denemem olmuştu. 

acıbadem'e erkek arkadaşımın evine taşındığımda, geceleri ara ara ağlardım. o eve o kadar ait değildim ki... benden önceki yaşanmışlıkların üzerine bir hayat kurmaya çalışıyordum ve ben ileriye bakmayı başarabilen bir kadın değildim. gördüğüm her şey sinirimi bozuyordu. salona yeni mobilyalar aldım, bütün evi raf raf indirdim, fazlalıkları attım. olmadı. eve değil, adama ait değilmişim, taşındım. 

bostancı'da lunaparka yakın bir ev tuttum. canım yanıyordu ama çarpışan arabalar derdime derman oluyordu. ağlıyordum, kamikazede küfür ediyordum. hemzemin bir balkon vardı. 
yanıma iko taşındı. gelenimiz çok, yemeğimiz boldu. sıradan bir ev "yuva" oldu. acılar azaldı, gülmeye başladık. dünyanın en en en iyi ev arkadaşı iko'dur. önüne portakallı kereviz koyar ve sen yersin :) filtresiz konuşur, kucağına yatar ve 50 bölüm üst üste friends izlersin. 



sonra kurtköy'de ve tuzla'da iki başarısız denemem daha oldu. kurtköy gibi tamamen sonradan yaratılmış bir semt bana tabii ki olmadı. sitenin ve evin modernliği, eşyaların beyazlığı, etrafın yobazlığı ve çimenlerin suniliğinden içim şişti. bu sefer tuzla'ya tam tersi bir çevreye gittik. 3 katlı villa, yemyeşil bahçe, eski ve hikayeli bir semt, deniz kokusu ve havuz... ama ben uzak dedim, git gel zor dedim. uzak olan ev değil, adammış. yine olmadı.

idealtepe'ye taşındım. kedi çişli, dünya pisi bahçeye, az güneşe, tuvalet kokusuna ve apartmanın çok eski olmasına rağmen "yuva"ydı. mutluydum, keyfim yerindeydi. yıkım kararıyla ev aramaya başladım. toplam 30 dakikada buldum, 2 günde tuttum, 4 günde taşındım. bostancı'ya geri geldim.
daha doğrusu geldik. adamla... 

ne oldu da tek kaldım, oralar biraz karışık. onu da sonra anlatırım. ama bu sefer ben değil, adam gitti. ait hissetmeyen, kendini bir türlü içine sığdıramayan, yabancı olan oymuş bu sefer. biliyorum ben o hissi, kötüdür. iki gözyaşı, 3-5 sarhoş gece, binlerce kelimelik yazılar ve tabii ki zamanla geçti. 




şimdi ev, çiçekler, kediler ve ben yalnızız. evin "yuva" olması için gereken tek şey kendimi mutlu hissetmemmiş. keramet güzel mobilyada, tabloda, son model televizyonda, duvarın morunda ya da süper maharetli meyve sıkacağında değilmiş, bendeymiş.
ama iko der ki "evde mutlaka ocak tütmeli", o yüzden artık yemek de yapmaya çalışıyorum. bir de iyi ki kedilerim var. 
bu evde yine bir ayrılık acısı yaşıyorum ama lunapark yakın, karantina bitince atarım kendimi balerinin kollarına, ne acı kalır ne ayrılık...

7 Mayıs 2020 Perşembe

mutluluk üzerine dır dır ettiler



sizin mutluluk tanımınız nedir?

ben sordum, onlar yazdı:

gönül (43) kendinden memnun olma ve kendini kabul etme hali. mutlu olmak içsel bir durum. para, iş gibi araçlar tek başına sağlayamazlar; daha toplam bir kendinden memnun olma hali bence.

koray (33) bütünlük hali, noksanlık olmadığı zaman mutluyum.

hande (43) paylaşmak.

burcu (26) benim tek bir cümlem yok. aklıma kısa kısa gelenler var. konuşmadan bile yanımda olduğu anda beni iyileştirecek insanlara sahip olmak, sakin bir akşam geçirebilmek, evimde her zaman yedek içki ve atıştırmalık olması, saatlerce süren sabah kahvaltısı, deniz sonrası sahilde uyuyakalmak, en aşka inanmadığım bir dönemde bile önümde anne babam gibi bir çiftin olması, koltuktan kalkmadan sezon sezon dizi bitirmek, spotify önerilerinin beni çok iyi tanıması, hafta sonu rutin haline gelen plak çalmalarım, bilmediğim yerleri keşfetmek, gezebileceğim kadar çok yer gezmek, aile veya arkadaşlarla gelenek haline getirilen etkinlikler, günübirlik doğa kaçamakları, kamp ateşi ve sucuk ekmek, saat fark etmeden "gel" diyebileceğin insanlar olması, yeni bir şey deneyimleme heyecanı, tekneden atlamak, uçmak. uzun bir günün ardından sütyeni çıkarmak, soğuk yatağa girmek, genel olarak deniz, hayatının bir anlamı olması.

hilal (37) iletişim, dinleyecek insanlara sahip olmak, filmler, kitaplar, iyi bir müzik, değerli hissetirilmek, huzurlu bir ortam, güvende olmak.

tuğçe (35) sevdiğim insanlarla gülebildiğim her an.

serda (39) tek bir tanımım yok. benim için kaygı yoksa, huzur varsa, mutluyumdur. kendimi gerçekleştirdiğimde yani bir hedefim varsa, hedefe ulaştığımda, bir şeyler ters gitmediğinde, çikolata yediğimde, kimseyle kavga etmediğimde, övüldüğümde mutluyum ben. ailem de mutluluk kaynağım. ben çok üşüyen biriyim, ilkokulu bitirene kadar annem kaloriferde çoraplarımı ısıtır yorganın içinde giydirir, öyle kaldırırdı beni. biri tarafından sevilmek, düşünülmek, arkadaşlar, gezmek, keşfetmek, deniz. ama bir kelime ile söyleyecek olsam kaygısızlık hali...

alev (49) huzurlu hissettiğim her an mutluyum.

arzu (48) ruhumun güzelliklerle uçuşması, parfüm kokusunun burnumu doldurması ve karnımın olabildiğince lezzetli yiyeceklerle doyması bende arzu uyandırır. arzu da bana mutluluk verir.

bora (43) huzur.

eda (43) huzur, sana huzur veren şey mutluluk verir.

seda (43) yaşla ilgili heralde ama huzur, dinginlik, kaygısızlık.

güneş (32) tek cümlelik bir tanım yapamam. ama ilk aklıma gelen gökyüzünün renklerine, doğanın değişimime, günbatımları ve gündoğumlarına şahitlik edebilmek.

hilal (31) özgür ve kendim hissettiğim yerde olmak.

semira (43) yalan dostum, mutluluk diye bir şey yok. (melodili)

selin (43) doygunluk hali, tatmin olmuş hissi. ama daha genel olarak kendinden memnun olmak. huzur da önemli ama sanırım mutluluk için daha yüksek bir hisse ihtiyacım var.

melike (38) huzur. mavi mavi, mavi(')nin içindeki her şey benim için mutluluk.

bir deeee;

freud: mutluluk dediğimiz şey, yoğun bir şekilde bastırılmış ve engellenmiş olan ihtiyaçların, kısa süreliğine tatmin edilmesinden başka bir şey değildir.

schopenhauer: mutluluk, kendi kendine yetenlerindir.

cevaplardan anladığım kadarıyla; benim ekibin çoğunluğu yaşlanmış ve huzur arayışına girmiş :)
ben yukarıda söylenen tüm mutluluk tanımlarına ve mutlu ettiğini söyledikleri her şeye katılıyorum. ne tatlı arkadaşlarım var, bir kişi de "para" dememiş...

not: mutluluk üzerine düşünmeye ve yazıyı ara ara güncellemeye devam edeceğim.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

seviyorum - sevmiyorum

evine gittiğimde, bir yandan konuşurken bir yandan da buzdolabını açıp, içinden bir şeyler atıştırabildiğim dostlukları seviyorum.
evin balkonu bir metrekare de olsa; çiçeği, minderi, masası ile orada bir dünya kurmayı seviyorum.
gece 4te, gecenin 4 olduğunu umursamadan arayıp, "gel al beni buradan" diyebildiğim arkadaşlıkları seviyorum.
yaz günü, masaya oturduğumuzda kızartma tabağının üstündeki sarımsaklı domatesli sosa, taze beyaz ekmek banmayı seviyorum.
işten döndüğümde mahalle esnafı ile selamlaşmayı, apartmana çıkarken komşularımla iki çift laf etmeyi seviyorum.
haftalarca görüşmemiş de olsak "sizin maaşlar sıkıntılıdır şimdi, paraya ihtiyacın olursa ara hemen" diyen dostlukları seviyorum.
anneannemin bana ancak çocuk orucu tutturduğu o günleri, ramazan pidesinin içine terayağ ve tuz koyduğumuz anılarımı seviyorum.
babamın balonda bize "haydi bastır" oynattığı, mavi bisikletimle tura çıktığım, lisenin merdivenlerinde gizli gizli öpüştüğüm, sağcısı solcusu bir arada seçim sonuçlarını beklediğimiz ada yazlarını düşünmeyi seviyorum.
içinden tren geçen kasabaları, hiç beklemediğin anda gelen "seviyorum seni" mesajlarını, sonunda denize gireceğin uzun yolları, o yolda giderken bir yerde durup buzlu ayran - gözleme yapmayı, güneşte yandıktan sonra alınan ılık duşu ve sonrasındaki al yanakları seviyorum.
renkli kalemleri, martı seslerini, öğle üzeri üstüne vuran güneşle uyuyakalmayı, uyurken yanına kıvrılan kedileri, karı, yağmuru seviyorum.

boğazına yumru gibi oturan ayrılıkları, tam komik bir şey anlatacakken olmadığını hatırlamayı, çalan her şarkının gözleri doldurmasını sevmiyorum.
evine gittiğinde "umarım yere bir şey dökmem" diye düşündüğüm ve ayağımı koltuğa uzatamadığım arkadaşlıkları sevmiyorum.
evlerin birbirine çok yakın olmasını sevmiyorum. çok bir fransız balkonlu, kimsenin birbirini tanımadığı upuzun apartmanları sevmiyorum.
kıracağım diye dürüst olamadığım, had bildirmek yerine katlandığım ilişkileri sevmiyorum.
dinlemeyen, dinlediğini anlamayan, dilbilgisi kurallarını bilmeyen, her konuyu dönüp dolaşıp kendine ve dertlerine getiren, sürekli telefonuna bakan ve işten bahseden insanları sevmiyorum.
yaşından, mevkisinden dolayı saygı bekleyen, göremeyince öfkelenen kişileri, hayvanlara, doğaya ve insana saygısız kimseleri sevmiyorum.
gururundan, egosundan sevdiğine "seviyorum" diyemeyeni sevmiyorum.

"beraber olursak her şeyi hallederiz"i seviyorum, "ne olursa olsun yanındayım, sen bana dayan"ı seviyorum. "gururuna sokiyim, sana bir şey olmasın"ı seviyorum, günün ilk ışıklarında çalınan kapı zilini seviyorum....

30 Nisan 2020 Perşembe

dram in karantina

yakında 3 ayı bulacak olan karantina günlerine 2 kedimle girdim. çevremde işten dolayı akşamdan akşama gördüğü ailesiyle girenler, neredeyse her konuda fikir ayrılığı yaşadığı, dünyaya başka pencerelerden bakan kocasıyla girenler, sık sık ayrılmayı düşündüğü ve çocukları yüzünden "dur bu seneyi de çıkaralım, okulları bir bitsin de" diye düşündüğü karısıyla girenler var. itiraf etmeliyim ki onlara kıyasla oldukça şanslı sayılırım.

çevredeki arkadaşların, sosyal çevrenin ve işteki yoğunluğun etkisiyle ayakta duran ama aslında anlaşamadığını bu karantinada fark eden çiftler çok olacaktır kanımca. topu topu 100 metrekare alanda, çıldırmamak için konuşmak zorunda olduğunda ve bezelye konusunda bile aynı fikirde olmadığını görünce insan bir sendeler. birçok çiftin ortak zevk, muhabbet etme isteği, seks ve kaliteli zaman geçirme becerisinden yoksun olduğunu biliyorum. ama o kadar harala gürele yaşıyoruz ki birlikte yaşamlardaki nitelik kaybını fark edemiyoruz. pek de haz etmediğimiz yarı yabancı biriyle başbaşa kalıyor, geçmiş senelerimizle yüzleşiyoruz. 

alışkanlık sevginin önüne geçeli çok oldu, kimbilir kaç zaman önce bıraktık zaten mücadele etmeyi ve susup kabullendik bu şekilde yaşamayı. 
belki bu karantina hepimize bir başlangıç noktası olur. benim kişisel tarihimde işimle, aşkımla ve ne istediğimle ilgili kararlar aldığım bir dönem olarak yer alacak. bir de tabii alışveriş ve restoran harcamalarımı mutlaka kısmam gerektiğini fark ettim. insan o kadar çok kıyafeti olmadan da hayatını devam ettirebilir. bunu anlamam için çin'de birinin yarasa çorbası içmesi gerekiyormuş. neyse bu da bana ders olsun.