29 Aralık 2010 Çarşamba

neşeli yıllar...



bir yılı daha tüketmeyi başardım, sıra yenisinde... umuyorum hiç bir senem, 2010 gibi olmasın bundan sonra. yeni yıl için kocaman kocaman hedefler koyup, büyük sözler vermek istemiyorum. sonra her okuduğumda "ee bunu da yapamadım bu sene, eee bu da olmadı" diyip üzülüyorum.

daha çok çiçek aldığım, kitap okuduğum ve film izlediğim bir sene olsun.
daha az üzüldüğüm ve ağladığım bir sene olsun.
daha mutlu, aşık ve zayıf olduğum bir sene olsun.
daha az tartışmalı ve kalp kırılmalı bir sene olsun.
daha muhabbetli ve neşeli olsun.
yeteri kadar vermeyi ve harcamayı öğrendiğim bir sene olsun.
kendimi sevdirmek için takla atmamak gerektiğini öğrendiğim bir sene olsun.
bazı şeyleri zamana bırakmayı, bazı şeyleri beklemeyi, bazı şeylerden vazgeçmek gerektiğini öğrendiğim bir sene olsun.
2011, bana çok değil biraz şans getirsin lütfen...
gerektiğinde aklımla gerektiğinde kalbimle hareket etmeyi başarmayı diliyorum bu sene.
ama 2011'de en çok "bir ev" diliyorum... içinde "biz" olabileceğim bir ev diliyorum.

neşeli yıllar :)

10 Aralık 2010 Cuma

yumurta candır...



bu yoğun yumurta gündeminde siyasetimizin mizah duygusundan ne denli yoksun olduğunu bir kez daha farkettim :(
başbakan, yumurta atan öğrencilere "o kadar yumurtaları varsa, omlet yapsınlar" dedi... ama bu hiç iyi bir espri değil ki! o metin yazarını bir kez daha gözden geçirsinler bence. süleyman demirel'in metin yazarı hala yaşıyor mu, sorup araştırsınlar, renk gelsin manşetlere...

22 Kasım 2010 Pazartesi

faşizm çok ayıp bir şeydir (sırrı süreyya önder)



sayın özkök, benim ahmet kaya’ya yaptıklarınızı ‘kalleşlik’ olarak nitelememe hislenmişsiniz. ismimi anıp anmama kararsızlığınız sürerken birdenbire ‘süreyya kardeş’iniz oluvermişim. bana, medyada daha büyük bir iktidarım olsa ne tür manşetler atacağımı sormuşsunuz. sorunuzun cevabı yazımın başlığındadır.

sayın özkök, size, aslen italyan olan bir gazeteciden bahsetmek istiyorum. gazetecinin adı curzio malaparte. gençliğinde faşist partiye üye olmuş fakat insanlığı ağır basınca yazıları sansürlenmiş, ev hapsine alınmış, sürgün edilmiştir. 1941’de rus cephesinin açılmasıyla birlikte, inşallah oralarda ölür umuduyla, teğmen rütbesi ve savaş muhabirliği göreviyle bölgeye gönderilmiştir. ancak yazılarının yarattığı rahatsızlık, hitler’in kulağına kadar gitmiş ve ukrayna’da tutuklanmıştır. malaparte, yazdıklarını gizlice italya’ya sokarak savaşın korkunçluğu üzerine tarih boyunca yazılmış en iyi eserleri bizlere miras bırakmıştır.

ülkemizde kuzey yayınları’ndan çıkan ‘kaputt’ adlı anlatısının bir bölümünü kısaltarak aşağıya alıyorum.

“1941 yılı sonbaharında ukrayna’da poltawa yakınındaydım. bölgede partizanlar kaynaşıyordu. bir gün, bir alman subayı topçu konvoyunun başında bir köye girdi. köyde tek bir canlı yoktu, evler çoktan terk edilmiş gibi görünüyordu...
atların nal sesleri hemen hemen uzaklaşmış, ovanın çamuru içinde boğulmuştu ki birden bir kurşun vızladı ‘halt!’ diye bağırdı subay. kafile yine durdu, kuyruktaki batarya yine köy üzerine ateşe başladı...

subay yüksek sesle saymaya başladı: ‘dört, beş, altı. Bir tek tüfeğin ateşi bu. köyde sadece bir kişi var. o anda bir gölge, elleri havada koşarak kara duman bulutundan sıyrıldı, askerler partizanı yakaladılar, iterek subayın önüne getirdiler. subay eğerinin üstünden eğilip partizana baktı: ‘ein kind’ (bir çocuk) dedi alçak sesle. en fazla on yaşında bir çocuktu bu. zayıftı, acınacak haldeydi. elbisesi paramparça, yüzü kapkaraydı. saçları kavrulmuş, elleri yanmıştı. ein kind!
bir ara subay, çocuğun önünde durup, uzun uzun ve sessizce yüzüne baktı ve sıkıntı dolu bir sesle:
‘dinle!’ dedi. ‘sana kötülük etmek istemiyorum. benim işim bacak kadar çocuklarla savaşmak değil. lieber gott! savaşı ben icat etmedim ki?’
bir süre sustu, sonra insana garip gelen bir yumuşaklıkla sordu:
‘bak, benim bir gözüm camdır. asıl gözümün hangisi olduğu kolay anlaşılmaz. hemen, hiç düşünmeden hangi gözümün cam olduğunu söyleyebilirsen serbest bırakırım seni.’
çocuk hiç tereddüt etmedi:
- sol göz, dedi.
- nasıl bildin?
- çünkü ikisinden, soldaki daha insan gibi bakıyor.”

sayın özkök, nazi subayının ettiği “savaşı ben icat etmedim ki” lafı size bir yerlerden tanıdık geliyor mu? peki çocuğun akıbetini merak ediyor musunuz? sizce nazi subayı, bu muhteşem cevap karşısında çocuğun yanağını okşayıp gözlerinden öpmüş olabilir mi?

çocuğun hazin sonunu daha ilk satırda tahmin ettiğinizi düşünüyorum. 10 yaş masumluğunda ve çaresizliğinde birçok insana sadece cam gözlerinizle baktınız çünkü.

sizinle kişisel bir hesabım olamaz. sadece yaygın bir yanlışın en kristalize olmuş halisiniz ve sadece bundan dolayı yazımın konusu oldunuz. sizde olmayıp bizde olan en önemli şey, 10 yaşındaki bir çocuğun cesaretidir. bu cesaret bizleri öldürdü, siz cam gözlerinizle kibir saçmaya devam ediyorsunuz hâlâ.

size bir ‘kardeş’iniz olarak gerçekten kardeşçe bir şeyler söyleyerek bitirmek istiyorum.
siz bir röportajınızda en büyük korkunuzu, tekrar dışkapı-çinçin dolmuşlarına binmek zorunda kalmak olarak tarif etmişsiniz. iktidar ve güç tapınıcılığının böyle marazi yan tesirleri vardır. ruh hallerimizdeki temel fark da budur. biz ekmeksiz kaldığımızda, sofrasına bizim için fazladan bir tabak koyabilecek yüzlerce yoksul hane buluruz. siz ekmeksiz kaldığınızda, eline ekmek verdiğiniz insanlar da dahil olmak üzere, ikram edilecek bir bardak çay bulamazsınız.
kibri ve korkularınızı bir kenara koyup içtenlikle özür dilemeyi düşünün derim. ben bu yazıyı, sanki siz değil de kızınız “babama nasıl kalleş dersiniz?” diye sormuş
kabul ederek yazdım. siz mesela ahmet’in kızı melis’in gözlerinin içine bakarak yazdığınız şeyleri tekrar edebilir misiniz?

sırrı süreyya önder, 19.11.2010, radikal
fotoğraf; ceren suntekin

21 Kasım 2010 Pazar

olmuş mu hacı?

bu bayram tatilini fırsat bilip, 2 film birden yaptım. yaptım da, yapmaz olaydım... ikisinden de mutsuz çıktım ve kendimi yemeğe verdim. aldığım kiloların nedeni mahsun kırmızıgül ve çağan ırmak, bilesiniz...

newyork'ta 5 minare'den çıkan hiçbir aklı selim arkadaşım, iyi bir yorum yapmamıştı zaten ama ben korsan dvd'sinin çıkmasını beklemek yerine sinemaya gittim. bilet mısır ve frigo parası, çıkışta gidilen yemek falan derken epeyce masraf yaptım. peki "yahu, herşeye değdi, ağzımda nefis bir tat kaldı filmden." dedim mi? hayır.

geçenlerde "iyi film nedir kötü film nedir" tartışması yaparken basitçe kendimi şöyle anlatmıştım; çıktığımda kendimi iyi hissediyorsam, perdede gördüğüm beni içine aldıysa o film benim için iyidir. bu fikirden hareketle 5 minare için iyi film diyemem. bul kurşunlu, çatışmalı, hareketli bir sahneyle açılıyor film; sonrası topal... fazla mesaj kaygılı, kötü diyaloglu senaryo, demek istediğini bir türlü anlatamamış. toplu zikir sahneleri, fragmanlarda da gördüğümüz gibi gerçekten başarılı ama mesela ülkücü bir ekip vardı filmin başında islamcılarla omuz omuza hareket ediyorlardı, sonradan kendilerinden hiç ses seda çıkmadı. onlar niye senaryoda vardı yada sonradan niye yok oldular hiç anlamadım. nihayetinde ortalama bir zekaya sahip insanım.

"hacı, katil değil dede, bana herşeyi anlattı" diyen birine. "ne diyorsun sen, peki neymiş olay? kimmiş katil?" demez mi insan? filme göre denmiyor.

peki ya prensesin uykusu'nun durumu ne olacak? ben çağan ırmak'a prim vermekten yoruldum, o klişelerle dolu filmler çekmekten yorulmadı. bundan sonra da çağan ırmak filmine gidersem klişeler götürsün beni... yok masal seviyorsak, bu filmi de severmişiz de yok çağan ırmak bir iyi bir kötü film çekermiş, bu iyi olanıymış da, yok fantastik öğeler çok yerindeymiş de...

türk sinemasının canım yeni yönetmenlerine özcan alper, ilksen başarır, seren yüce, inan temelkuran...) sevgilerimi gönderiyorum ve hızlıca yeni filmler çekmelerini umut ediyorum.

28 Eylül 2010 Salı

bir kivi hikayesi...


çocuktum ufacıktım... o zamanlar "kuantum", "evrenden birşey dileme", "yoga", "reiki" gibi laflar yoktu dilimizde... en fazla "bir şeyi kırk kere söylersen olur" gibi fantezilerimiz vardı, hatta istediğim lacivert botu anneme ilettikten sonra, 39 kere de yatağımda bilmediğim bir varlıktan dilediğim olmuştu. o pahalı bot olmadı ama benzeri bir şey geldi. ben de dileğimi yeterince doğru anlatamadığımı düşündüm ve isterken detaylandırmayı öğrendim. bu, sonraki hayatımda çok işime yaradı, karşımdaki her kim olursa olsun "anlamıyorum seni" demedi, diyemedi... çünkü verdiğim detaylarla, anlatmak ya da söylemek istediğim şeyin robot resmini çizdirebilirdim.

öğretmen bir ailenin çocuğu olduğum için tutturmak, istediğini ağlayarak yaptırmak, kendimi odalara kapatıp küsmek gibi kanımca şımarık davranışlarım yoktu benim. bir iki söyler, üzülür, susardım sonra. ilgim de çok konsantre olmadığı için, dağılmam kolay olurdu hep.

işte o aklımın bir karış olduğu günlerde; babamın yaptığı bir şeyi hiç unutmam. her salak çocuk gibi sonradan anladım babamın büyük adam olduğunu...

evdeyiz ailecek, televizyon izliyoruz, ben "elma" isterim diye tutturdum. dedim ya, ilgimi dağıtmak kolaydır diye, hemen sonrasında bu sefer "muz" diye tutturdum. evde mevcut olmayan meyveleri istemekte üstüme yok. garip olansa; değil bizim evde, orta halli hemen hemen hiç bir ailenin evinde bulunmayan bir meyve var o sırada bizde, kivi... babam, elinde tüylü ve kahverengi bir meyveyle içeri girdi. gözlerimdeki yaşlar durdu, meraklı bakışlar sordu "o ne?". babam, sakin sakin anlatmaya başladı "bu, kivi. pahalı bir meyvedir, bizde de iki tane var zaten. bu meyvenin özelliği; her ne istersen onu olması. şimdi canın muz istiyor ya, sana bir parça kivi vereceğim, yerken muz tadı alacaksın. istersen şeftali, istersen elma, istersen erik... artık canın ne isterse..." bu bir mucize olmalıydı... o aralar ton ton ailesi diye bir çizgi film var televizyonlarda. ailenin bütün fertleri, sandalye beşik, merdiven ne isterlerse o eşya olabiliyor. ben de bu meyvenin mucizesine o anda inanıveriyorum, içim nasıl kıpır kıpır. babam, büyük bir özenle soydu kiviyi, elma gibi dilimledi, güzel bir tabağa koydu. öylece bakıyorum kivi parçalarına... muz geçiyor aklımdan, elma geçiyor, şeftali geçiyor... kapatıyorum gözlerimi, babam ağzıma bir parça kivi veriyor. aaaaa, sanki muz yiyorum, tadı aynı, yemin ediyorum aynı... sonra "şimdiki erik olsun" diyorum... aaaaa aynı erik tadı, hem de papaz eriği... öyle güzel...

babam, bana mucize meyve getirdiği için o gecenin kahramanı oldu... ben yıllar yıllar sonra öğrendim ki kivi istediğin meyve olabilme özelliğine sahip değil, ama hiç hayal kırıklığına uğramadım. çünkü ben ne zaman gözlerimi kapatıp, hayal edersem, ağzıma istediğim tat gelir... ne zaman çok istesem ve çalışsam, başarırım... ne zaman inat etsem ve inansam, yaparım... ne zaman kivi yesem gülerim...

babama...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

rüyalarda buluşuruz...


çoktandır, film yazmamıştım... malum yazları pek iyi filmler olmaz sinemalarda... ama bu yaz başka... öyle uzun uzun anlatmayacağım filmi... gidin izleyin :)

ama ben teknolojinin, sinemaya verdiği eli hayranlıkla ve şaşkınlıkla izledim...
oyuncular da, konu da, görsel hadiseler de şahaneydi... ayrıca nemden ve sıcaktan beynim uyuşmuşken, klimalı bir salonda, neredeyse üzerime ince bir hırka almayı gerektirecek ısıda olmayı özlemişim... mısır ve frigoyu da mideme afiyetle indirmekten büyük mutluluk duydum doğrusu...

çoraplarımı, hırkalarımı, botlarımı özledim :(

25 Temmuz 2010 Pazar

bu dolunay var ya bu dolunay...

ben her dolunayın, yeni olaylara gebe olduğuna inanırım... şu an üçüncü kadehte olduğum için bu yazdıklarım yarın çok saçma gelebilir ya da tam tersi bastırdığım diren çıkar ortaya bilemiyorum. göreceğiz...

bu dolunay bana güzel insanlar tanıştırdı, beni çok güldürdü ve iyi muhabbetler verdi... bu dolunay benim kalbimi kırdı, çok ağlattı... bu dolunay beni cennete de götürdü, cehennemde de yaktı... acıdan öleceğimi de sandım, mutluluktan uçacağımı da... ben bu dolunaylarda yalan da söyledim, bilincimi de yitirdim...

şimdi gözlerimi dikiyorum tabak gibi parlayan aya... öylece bakıyor bana... sanki bunların sorumlusu o değilmiş gibi öylece duruyor kendi karanlığında... sanki o değilmiş beni benden alan, sanki o değilmiş beni sarhoş eden, sanki o değilmiş beni üzen...

ey dolunay, ey ayların en güzeli, en parlayanı, en yalnızı, en kocamanı... bütün hata senin... dilim de varmıyor ama gerçekten bütün hata senin...

16 Temmuz 2010 Cuma

bu yaşa kadar neler öğrendim...

muhtemelen bu yazı bittiğinde benim doğumgünümün ilk saatleri olacak... 33 yaşına kadar öğrendiğim herşeyi şöyle bir gözden geçirmek için uygun bir gün bence...

* bazen şans, çalışıp didinmekten daha önemlidir.
* insanın kendine olan güveni, birçok konuda başarı kazanmasını sağlayabilir.
* üst üste gelen sorunlar, insanı olgunlaştırır elbet ama çoook yorar ve hayatından bezdirir.
* sağlıklı beslenmek bir yaşam biçimidir. 1 hafta sağlıklı beslenince, beden düzene girmez.
* spor da bir yaşam biçimidir. 3 gün 2 km yürüdün diye, iğne ipliğe dönmezsin. buna bozulmaktan vazgeçmek gerekir.
* yaş aldıkça önemli günler önemsizleşir.
* yaş aldıkça, aileni anlarsın, hak vermesen de sevmeye devam edersin.
* dostlar; vazgeçilmezdir, kardeştir, sırdaştır, elini tutandır, omzunu uzatandır.
* aşk, dönüştürür, değiştirir, darma duman eder, bulutlara çıkarır, cehennem azabı yaşatır, sevinçten kalbini durdurur, yıkar geçer.
* gelişen teknoloji, iyi kullanılırsa uzakları yakın eder, kötü kullanılırsa yakınları uzak eder.
* arkanda dağlar kadar güvendiğin bir ailen yoksa hep "eksik" kalırsın.
* arkadaşlarına kızıp, ağzına geleni söylemeden önce yarım saat dinlenip düşünürsen vazgeçersin.
* üzüntünü, "kapris" ve "dırdır" olarak algılayan erkekten hızla uzaklaşmak gerekir.
* seni güçlü kadın olduğun için herşeyle savaşabilir zanneden erkekten daha da hızlı uzaklaşmak gerekir.
* kavgalar, tuzdur biberdir ama uzatılırsa ve sıklaşırsa fenalık getirir.
* "iyi sohbet ettiğin ve güldüğün, seni senden fazla seven erkekle evlenirsen mutlu olursun" savının doğru olmak ihtimali yüksektir.
* yaz tatili, insanı şarj eder.
* evde hayvan beslemek, insanı iyimser yapar.
* piyangodan para çıkma ihtimali gerçekten çooook düşüktür.
* işlerin ters gideceğini düşünürsen, işlerin ters gider. iyi gideceğini düşündüğünde de ters gidebilir.
* insanın alışkanlıkları değişkenlik gösterebilir. kimi konulardan "ben böyleyim, böyle alıştım" diye sıyrılmak, kolaycılıktır.
* arkadaşlarına güvenip iş yapan ve başarılı olan kimse yoktur ya da ben tanımıyorum.
* iyi bir yemek ve sohbetin, tek taş pırlantadan çok daha güzel olduğu zamanlar vardır, ne güzeldir onlar...
* 30 yaşında, 50 yaşına yatırım yaparken,30 yaşını kaçırmak erkeklere mahsus bir durumdur.
* çok çalışıp, sevgilisini unutan herkes, birgün aldatılabileceğini hesaplamalıdır.
* istanbul'un sıcağı da soğuğu da iyi değildir.
* bir kadının kıyafetleri hiçbir zaman yeterli değildir. her zaman "alışveriş listesi" vardır. yoksa, yaratılabilir.

saat 24:00 oldu, iyi ki doğdum...

9 Haziran 2010 Çarşamba

hadi kolaysa bul...

hep "yarım"ız, hep bir "eksik"... ara ki bulasın bu karışıklıkta ruh eşini... teknolojik dünyanın şaşırtan hızında bul bakalım hadi... iş güç seni esir almışken, trafikte hergün saatler kaybederken, ailenle boğuşurken, her cüzdanı açtığında istediğin miktarı göremezken, hastalıkta ve yoksunlukta, iletişimsizlik sizi ayırıncaya kadar bul bakalım beyaz atlını... kendine bile zaman ayırıp, kafanı huzurla koyamazken yastığa, nasıl bulacaksın sevdiceğini?

hadi buldun diyelim... nasıl bileceksin ki doğru insan? "sakat kaldığımda beni hiç bırakmazsın ama değil mi necati sen?" testinden her geçeni kalbimizden içeri mi alacağız? "sadakat" için söz isterken, "anlayış" ve "güleryüz" için de söz verecek miyiz mesela? aynı dili konuştuğun insan, senden daha çok var zannediyorsa dışarıda ve aslında sen olmadığı gerçeğini biliyorsan?

yaş alıp, kafa ağırlaştıkça "tek"leşiyor demek insan... halbuki iki büyüktür tekten...

şebnem'e...

8 Haziran 2010 Salı

yeterince beklemek üzerine...



chp ve mhp, yeterince bekledikleri için iktidara oynar mı bu ülkede? çok çalıştıklarından ya da başarılı olduklarından değil ama... sadece yeterince bekledikleri için...

yeterince bekleyen memur, bütün gün oturuyor olsa da, terfi alır mı?

peki bir kadın yeterince beklerse, ilişkisi bir sonraki basamağa geçer mi? yeterince bekleyen kadın, sonunda hedefine ulaşır mı?

1 Haziran 2010 Salı

zor işler...

ortadoğu'da siyaset yapmak zordur, sihirli değneğin olması gerekir. barış olsun istersin, bir bakarsın bombalar, silahlar. birgün yanyana birgün düşman olursun. bir bakarsın arapsın, bir bakarsın musevisin ya da kürt. birgün sırtını dayarsın, ertesi gün sırtından vurulursun. bu coğrafya karışıktır arkdaşım. aklını, günlük faşizmin ele geçirmesine izin verirsen, çıkamazsın işin içinden. sen "barış" demeye, "kardeşlik" demeye, "özgürlük" demeye, "eşitlik" demeye devam et. devam et ki "insan" olduğunu hatırla.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

arada kaldım...

12 eylül anayasası ile akp'nin adaletsiz anayasası arasında,
eski ile yeni arasında,
dincilerin filistin'i ile israil'e karşı sonsuz direnç gösteren filistin arasında,
ağlamak ile ağlamamak arasında,
omzuna vurularak itiştirilen kemal kılıçdaroğlu ile dürüst ve düzgün kılıçdaroğlu arasında,
kalbimle ile aklım arasında,
yalan ile dolan arasında
kaldım...
bugün keyifsizim... ama geçer...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

küçük şahin

şahin, ilkokul 4'e gidiyor. bizim evin karşısındaki demirci ismail'in oğlu... haftasonu hepimiz sokaktayken, o da arkadaşlarını toplamış, babasının yaptığı demir bankta dünya meseleleriyle ilgileniyordu... ve şöyle bir cümle sarfetti; "bütün dünya bir din olsa, herkes barış içinde yaşasa, süper olmaz mı oğlum"
bir sürü kaz kafalı politikacının algılayamadığını küçük şahin çözmüş... karanlıklar içinde bir mum oldu şahin :) günüm güzel geçecek şimdi...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

22 Nisan 2010 Perşembe

usta kalfa servisi



ustakalfa yapı servisi, uygulama esaslı bir firmadır. işini beğendiği, birlikte çalıştığı, sertifikalı usta ve kalfaları bir araya getirmiştir. ev sahiplerine, mimarlara ve mühendislere, usta ve kalfa hizmeti verir. şu anda güvenle arayabileceğiniz, istanbul'un ilk ve tek yapı servisidir.

yapımda, tadilatlarda, her türlü bina içi aksaklık ve arızalarda arayabilir, mail atabilirsiniz. işini hakkıyla yapan çalışkan bir ekip göreceksiniz! mühendisler kontrolünde yapılan uygulamalarda amaç, yapı alanında mal sahiplerini bilgilendirmek, doğru, ekonomik ve hızlı çözümler sunmaktır. işlerin yapım bedelleri; piyasa fiyatları çerçevesinde, mimarların gözetimi altındadır. ücretlendirmeler web sayfasında tek tek yayınlanmaktadır. bu fiyatlar bayındırlık bakanlığı'nın her yıl hazırladığı inşaat birim fiyatları cetvellerine göre çıkarılır ve daha fazlası müşteriden talep edilmez.

yapı alanına önce mimar gelir, sorunu tespit eder, ölçülerini alır ve yapılması gerekenleri rapor eder. işleriniz çok daha ekonomik ve kaliteli tamamlanır.

yönetim: burak reis no:12 heybeliada / istanbul
tel: 0 216 351 99 30 gsm : 0 532 743 37 63

email: usta@ustakalfa.com
web: www.ustakalfa.com

21 Nisan 2010 Çarşamba

dubai sonrası


aslında racon itibariyle, bu yazıyı ingilizce kaleme alacaktım ama izleyenlerim genelde türk olduğu için bundan vazgeçtim. güneşli ve sıcak dubai'den, serin ve bulutlu bir istanbul sabahına uyandım. kül bulutları yüzünden gelemeyeceğim endişesi yaşadım ama havaalanındaki rahatsız koltuklarda, beş parasız olmadığım için de sevindim doğrusu. evde oturup, dua ettik... ama işe yaradı sanırım...

"yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" diye ısrar ettikleri için birkaç dubai notu yazmak şart oldu :)

modacı cavalli, dubai'de kulüp açmış bir süre önce. ihtişamı ve pırıltısı ile dubai'ye yakışır bir performans sergilemiş. size tavsiyem, yukarıya çıkarken merdivenleri değil, asansörü kullanın. hayatımda gördüğüm en seksi ve karanlık asansöre sahip. duvarlarını postla döşemişler post... düşünün...

alışveriş merkezlerinden birinde (arapça bir adını var, hatırlamam mümkün değil)su ve ışık gösterisi izledim... inanılmazdı gerçekten...

çok güzel restoranlarda çok güzel yemekler yedim...

bir şehrin, caddesi sokağı yerine, alışveriş merkezleri olması garip tabii, insanın sürekli para harcıyası geliyor. bir kalemdir, bir elbisedir, alası geliyor. benim de geldi :)

yılın bu mevsiminde, nisan ayında, denize girmek muhteşemdi. muhtemelen siz istanbul trafiğinde can çekişirken, montlarınız, botlarınız ve atkılarınızla yürüyüş yaparken ve 32 derecede, güneşin altında cildime zarar vermekle meşguldüm :))

bu tatilin sponsoru canım ece'ye ve ingiliz selim'e teşekkür etmeden olmaz. bu tatilimi onlara borçluyum. aldığım ve sizinle paylaşırsam nazar değeceğinden çekindiğim haberler de tatilimize sevinç kattı... ece ;)

türkçe televizyonuma, esprili kedime, beni çok özleyen anneme, huysuz ama tatlı sevgilime, baharın en güzelini yaşayan adaya, cadde ve sokaklarıma geri döndüm... buyurun tepe tepe kullanın...

12 Nisan 2010 Pazartesi

yolculuk var...

uzun süredir elim gitmedi yazmaya... bir koşturmaca içersindeydim çoktandır... bir süreliğine yine, yeniden dubai'ye gidiyorum. dubai, gezginler için enteresan bir destinasyon değildir. müzesi bile bizim ev kadardır mesela... çölde safari, bol ışıltılı oteller, sıcaaaak bir hava, alışveriş merkezleri seyahati seven insanlar için birşey ifade etmez. benim için dubai'nin en güzel tarafı; can arkadaşımla bol bol vakit geçirmek, nisan ayında denize girip, güneşlenmektir. ucuz alışveriş noktaları ve eğlenceli gece hayatı da tatlı niyetine hani :) gündüz bir şantiye, geceyse ışıltılı ve eğlenceli bir şehirdir.

yapacağım iş görüşmeleri nedeniyle bu sefer biraz resmi bir gezi olacak ama oradan hergün bildirmeye çalışacağım...

facebook, twitter gibi sosyal paylaşım (bu lafa da bayılıyorum, hep birgün kullanacağımı hayal etmiştim) sitelerimi sık sık güncellemeye çalışacağım.

ya da tüm bunları hiç yapmayıp, telefonumu da kapatıp, şezlongta keyfime bakacağım :)

8 Mart 2010 Pazartesi

rejim üzerine bir yazı...


efendim, bir süredir aldığım kilolarla başım dertte... aslında itiraf etmeliyim ki uzun süredir dertte de ben şimdi bir önlem almaya karar verdim :) 48 kilo olup da ince belimle efsane olduğum günler geride kaldı elbette ama hiç olmazsa yere düşen kalemi alırken nefes nefese kalmamayı başarsam iyi olacak... ben o süper sıkı, kibrit kadar peynir, sabahları limonlu su, hayat boyu lahmacun yok diyetlerini uygulayabilen biri değilim, çok isterim ama yapamam... yüzüne her akşam düzenli olarak krem sürebilen biri bile değilim... benim rejimler hep acıkana kadar... o ana kadar, kayısılar senin, sebzeler benim, bir avuç bademler senin, light yoğurtlar benim... acıkınca kare damak çikolatalar, kebaplar...

yıllardır o photoshoplu güzelim modellere baka baka, o korkunç beden ölçüleri gazlana gazlana kadınların üzerinde acayip bir baskı oluştu... halbuki ben hafif tombilik olmaktan mutluyum... yuvarlak hatlara sahip, şirin kadın imajının hiç modası geçmiyor çünkü... ama o daracık jeanlar birgün demode olacak bilesiniz...

şimdilik hedeflerim kısa; kıyafetlerim çirkin durmasın, otururken göbek tutulup sıkılacak halde katlanmasın, çabuk yorulmadan yürüyebileyim, çizmenin üst kısmını açtırmadan giyebileyim...

sabahları, beni tur yolunda "kendimi bunun için mi yorucam ben? kalbimi bunun için mi kırıcam ben?" şarkısını bağırarak söylerken görürseniz şaşırmayın...

3 Mart 2010 Çarşamba

yok... var...

yazasım yok...
gidesim var...

arkadaşlarımla görüşme isteğim yok...
kendimle kalma isteğim var...

spor yapacak enerjim yok...
40 beden kıyafetlerim var...

o yok, bu yok...
neyim var, neyim yok...