21 Haziran 2011 Salı

yazı..

yazmak disiplin işi... düzenli olarak krem bile süremediğim için düzenli yazı da yazamıyorum. halbuki yazı benim yüreğimdeki ağırlıkları kaldırıyor. daha sık kaleme uzanmak gerek.

bu arada; vapur tarifesini, kafasını kullanmadan hazırlayan tüm yetkililerin, tez zamanda yetkileri alına inşallah...

güzel yazlar olsun...

iş hayatı

95’te çalışmaya başladım ben. sirkeci adliyesi’nin asma katında avukatların emsal kararlar bulmasına yardımcı oluyordum. üniversiteyi kazanamamıştım, tekrar dersaneye gitmek yerine çalışmaya başladım. boş zamanlarımda da “sayı bulmaca” oynayıp, test çözüyordum. deri güzelim koltukları fırfırlı, bol desenli kumaşlarla kapladığımız ve benim beyaz tayt giydiğim dönemlerdi.

üniversiteyi kazanınca adliyeden ayrıldım, bu sefer kazandığım bölümle ilgili bir yerde çalışmaya başladım. acenta gülhane’deydi. ben erken gelip, soba yakıyordum, tavandan düşen boyaları süpürüyordum. sonra alev geliyordu. alev cin gibi kız, bütün o işi yapıyor. ben daha çok mutfakta, taburede sohbet eden tiplere benziyorum. zaten okulum var, pek havalıyım.

gel zaman git zaman, okul bitti, sınıfın parlak öğrencilerindendim, hemen büyük acentalardan birine girdim. amerikalı’larla çalışıyorduk. çok sevdim şirketimi, çok… harika arkadaşlıklarım ve patronlarım oldu. asıl okulum orası oldu, bildiğim herşeyi orada öğrendim. turizmin korkulu rüyası terör ve mavi çarşı patlaması… her şey altüst oldu, veda ettik acentamıza, kendimi bir yatırım şirketinde yönetici asistanı olarak buldum. ben ne anlarım borsadan?! ama iyi idare ettim doğrusu. çok geçmedi, hisse senetleri dünyası beni öldürüyordu, başka bir acentaya geçtim. sonra başka bir acentaya… organizasyonlar, etkinlikler, gruplar, toplantılar yaptım. kendime güven geldi bir ara kendi şirketimi bile kurdum. hatta butik otel işlettim taa karadeniz’de… otellere havlu ve nevresim sattığım zamanları da unutmamam gerek…

ben “işinde mutsuz olursan, hayatın kötü gider” diye düşünürüm hep. o yüzden işimde mutlu olmak için elimden geleni yaptım. renkli masalarım oldu, masamda çiçeklerim, bir sürü kalemim, fotoğraflarım oldu, güldüm, güldürdüm, yardım ettim, paylaştım, sohbetler ettim, öğrendim, öğrendikçe büyüdüm… işimi çok sevdim, iyi yapmaya çalıştım hep… sabırsız olduğum için değil, tahammül sınırlarım dar olduğu için değil, hep daha iyi şeyler olabileceğine inandığım için gittim. önceliklerim para ve ünvan olmadı hiç, tek önceliğim var; mutluluk…

yıl oldu 2011, ben geldim 34’üme… yaşıtlarım şirket sahibi oldu, müdür oldu, anne oldu… ben hala mutluluğun peşinden koşuyorum. aklıma, cesaretime, işime güveniyorum. aydınlık ve neşeli günlerin kapıları yine açılacak, biliyorum… bu sefer bambaşka olacak, onu da biliyorum. yeni işim bana özlediğim ve beklediğim herşeyi verecek, uğurlu gelecek. beklediğime değecek, biliyorum…

iş hayatına adım atmamı sağlayan fikret üregen’e, bana turizm hakkındaki herşeyi öğreten fikret atalay’a, argun erkaya’ya, gökalp özdikicioğlu’na, ahmet şensılay’a, ünal şengün’e, deniz tüfekçi’ye ve şebnem dikmenli’ye… otelini bana emanet eden nedim türkmen’e… çok özel teşekkürler… dilerim başlarına hep iyi şeyler gelsin…

25 Nisan 2011 Pazartesi

sırrı...

beşiktaş, beyoğlu, şişli, beyrampaşa, eminönü, eyüp, fatih, gaziosmanpaşa, kağıthane, sarıyer'de oturan insanlar ne kadar şanslı...
oy verebilecekleri bir "sırrı süreyya önder"leri var. bizim kimsemiz yok...

31 Mart 2011 Perşembe

kaybedenlerden misiniz?



kaybedenler kulübü'nü izledikten sonra, birçok şey hatırladım. 90'lı yılların gençliği olmak, diğerleri gibi değildir çünkü. ruhundan, klasiklerinden, müziklerinden, programlarından çokça bahsedilmez, özlemle anılmaz. kimilerine göre kaybedilmiş gençliktir, özal gençliğidir...

kimdir kaybeden? evi, arabası, düzenli maaşı olmayan, kendi çekirdek ailesini oluşturamamış olanlar? hayatta hiç bir başarısı olmayanlar? işinde bir türlü yükselememiş olanlar? sürekli bağıran patronuna yıllardır ses çıkaramamış olanlar? ünlü markaları tanımayanlar? büyük otellerin spa'sında ne yapacağını şaşıranlar? kredi kartında yetersiz bakiye olanlar? burnunu edirne'den öteye geçirmemiş olanlar? moda şarkıları ve klipleri bilmeyenler? çalıştığı bankadan internet şifresi edinmek yerine, her faturasında sıraya girenler? "şarj" yerine "şarz" diyenler? ülkemin doğu tarafında, fakir bir köyde doğanlar?

kimdir kaybeden?

bence tek kaybeden; hayatında bir kez bile aşık olmamış olandır, gerisi hikayedir...

29 Mart 2011 Salı

cumartesiler haktır...



yeni dönemde birçok şirket cumartesileri de çalışmaya başladı. bu furya benim gibi eski turizmciler için çok acayip bir gelişme değil. cep telefonları yokken, turisti anadolu'nun her yerinde gezdiren rehberler ve kaptanlar için ofiste birinin nöbetçi kalması gerekirdi. hatta pazar günü bile ofiste tek başıma şarkılar söylediğimi hatırlarım.

gel zaman git zaman, cep telefonları yaygınlaştı. parmaklarımız, bilgisayardaki gibi hızlı çalışır oldu telefon tuşlarında. iletişim çağıydı malum ve kirlendi dünya :)

iletişim çağı diyoruz ama nedense şirketlerin cumartesi kuralı değişmedi. askerlikteki anlamsız ve sadece gelenekten süren kurallar gibi...

halbuki haftada 1 gün tatil yeterli değil. dinlenmek, gezmek, bakım yapmak, arkadaşlarımızla görüşmek, sevgiliyle el ele yürümek, istanbul dışına kaçamak bir gezi yapmak, aylak aylak oturmak, king oynamak, sinemaya gitmek, aileyle kaliteli zaman geçirmek için sadece 1 gün yetebilir mi? pazartesi günü işe enerjik ve neşeli başlamak mümkün mü?

ben, cumartesi insanları ofise gelmeye zorlayan patronların, evde mutsuz olduğuna inanırım. kendini seven, evinde ya da dışarıda iyi vakit geçiren kimse, cumartesileri de ofise gelinsin, çalışılsın istemez.

eğer, hergün, dönüşümlü olarak 3 kişi, bu konuda patrona çemkirse eminim sorun kalmaz...

cumartesiler candır...

25 Şubat 2011 Cuma

papatyalı sokaktaki evimize methiye...

kalbimiz kırıktı... çok kırıktı... turuncu boyalı odalarımızdaki, çift kişilik yataklarımızın orta yerinde yatardık. güzel havalarda balkondaki sandalyelerde, bir türlü yeşermeyen çiçeklerimize bakardık. dokunduğumuz çiçek ölürdü ama dokunduğumuz kalpler kırmızı olurdu, bilirdik... kira ve faturalar üst üste gelirdi, içimiz sıkılırdı, dostlar gelirdi, içimiz açılırdı...

ne güzel kahvaltılar ve ne güzel sohbetler ettik... hayatımızın en acayip günleriydi... "acayip" kelimesini özellikle seçtim çünkü "mutlu" diyemem, "mutsuz" da... ama şöyle diyebilirim; gün içinde sürekli değişen bir ruh hali içindeydik. hıçkırarak ağlarken, delice gülebiliyorduk birden... ters esen rüzgarın sebep olduğu koku yüzünden, genzimiz yanarak uyanmışlığımız vardır...

"evi ev yapan, yanan ocağıdır" dediği için nefis yemekler yapardı. portakallı kerevizini rüyamda görmüşlüğüm vardır.

papatyalı sokak, ikimize de şans getirdi... orada geçirdiğimiz her gün acayip ama her gün güzeldi. bir daha aynı çatı altında yaşar mıyız bilmiyorum ama burnumda tütüyor bazen, gülümsüyorum...

iko'ya...

13 Şubat 2011 Pazar

yap - yapma



- sevgilinize ne kadar sevimli olursa olsun, oyuncak ayı almayın. yıllardır size söylemeye çalıştığımız net gerçek şudur; ayı sevmiyoruz… oyuncağını da sevmiyoruz…

- şık bir restorana götürdüğünüzde; sürekli “özel günlerde fiyatlar 3’e katlanıyor” demeyin. hesap geldiğinde gözlerinizi belertmeyin.

- lütfen billboardlara “seni seviyorum leyla” yazmayın. bunun modası geçeli çok oluyor.

- kol düğmesi kullanmayan birine, belki birgün şık olmak ister diye, kol düğmesi almayın.kullanmıyorlar işte...

- “sevgililer günün kutlu olsun” diye mesaj atmayın. bu nedir allah aşkına? sevdiğinizi söylediğiniz kadına/erkeğe bunu mu yazabiliyorsunuz sadece? daha samimi, sıcak, içten olmayı deneyin. incileriniz dökülmez.

- eğer uzakta değilseniz birbirinize, bir göz, görün birbirinizi. bir sıcak kahve için, bir simit paylaşın, yanağından öpün… neyse ne… ama sanal alemden biraz uzaklaşın. bugünlük canım, sonra dönersiniz koşa koşa…

- sevgilinizin üstüne olmayan iç çamaşırları almayın. öğrenin bedenlerinizi artık. bilmem nerede yöneticisiniz, bilmem ne şirketinde sorumluluk sahibi koca insanlarsınız; insan sevgilisinin doğumgününü, ayakkabı numarasını, bedenini, sevdiği yemeği, rengi, tarzını, tarzı olmayanı bilmez mi?

- alacak hediye bulamayıp, hatta üzerinde hiç düşünmeyip, sevgiliye para verilmez… gerçekten ayıptır. daha da söylenecek bir şey yok bu maddeye…

- sevgiliye küçük / büyük ev aleti de alınmaz… onlar bir kadını gerçekten çok sevindirebilir kimi zaman ama lütfen özel günleri seçmeyin. sıradan günlerde alın o hediyeleri.

- eğer özel günlere yakın zamanlarda, vitrinleri gezerken bir şeyi beğenmişsek, bu size ipucu olsun.

- üzerinde düşünülen, kafa yorulan şeyler önemlidir her daim. bunu aklınızda tutun. hediye seçmek güzeldir, hediye vermek de güzeldir... deneyin... hediyenin uyduruktan teyyare bir şekilde seçildiğini anlarız biz... evet bu da bizim özelliğimiz... herşeyi biliriz :)

- "hediyeni sipariş ettim ama gelmedi", "aldım ama evde" yalanlarına sığınmayın. o gün aniden gelmedi, hazırlığınızı ona göre yapın. almadıysanız, bir not yazın, bizi gülümsetin.

- özel günde evlenme teklif etmeyin rica ederim. çünkü evlenme teklifi aldığımız günü de "kutlanacak özel günler" listesine alacağız :)

hadi "aşk olsun" hepinize...

28 Ocak 2011 Cuma

hayat neden ibarettir?

son zamanlarda hayatın neden ibaret olmadığını öğrendik. hayat seksten ve içkiden ibaret değildir. peki neden ibarettir?

hayat, gülmekten, dostlarla sıkı muhabbet etmekten, aşktan, sevgiliyle geçirilen neşeli zamanlardan, içkiden, güzel filmlerden, yolculuktan, seksten, hayal dünyasına daldıran kitaplardan, ellerin patlayıncaya kadar alkışladığın konserlerden, içinde huzurlu olduğun 4 duvardan, rahat bir yataktan, güzel rüyalı uykulardan, çaya banılan bisküviden, sabahlıkla içilen nesquikten ibarettir...

hayat, bugün içkiden ve seksten ibaret değil. yarın aşktan, dışarda elele gezmekten, öpüşmeli televizyon dizisi izlemekten, mini etek giymekten ibaret olmayacak...

bilmem anlatabildim mi?

The Tower of Babel



The tower of Babel by Pieter Bruegel

12 Ocak 2011 Çarşamba

inadına...


kerem'in kamerasından, adada inadına içerken...


45 santime inat, sıklaştıracağız safları...
yasaklara inat, içip güzelleşeceğiz...

kır düğünlerinde, renkli ışıklar altında, elimizde kadehlerle, deniz kenarında, dans edip eğleneceğiz...inadına...

kız erkek, okulun duvarında gülüşüp, arkadaşımızın omzuna kolumuzu atacağız... inadına...

özgürlüğün tanımı bunlar olduğu için değil, buradan başladığı için... inadına yapacağız...

yüksek sesle şarkılar söyleyip, rakı içemediğimiz, kadınla erkeğin arkadaş olamadığı bir ülkede yaşamayı reddettiğimiz için inadına yapacağız...

inadına aşk, inadına özgürlük...

5 Ocak 2011 Çarşamba


adaya ilk taşındığımız zamanlar, evde siyah beyaz bir televizyon vardı. arka balkondaki antene tencere kapağı bağlamıştı annem, nedense eski günlerde antene alüminyum bir şeyler bağlayınca daha iyi gösterdiğine dair bir inanç vardı. televizyona değil kapağı, tencerenin kendisini bile bağlasanız çalışmaz duruma gelince, babam akşam kucağında koca bir paketle eve geldi. paketin televizyon olduğunu anlayınca evde bir sevinç dalgası... açtık neyse, köpüklerinden sıyırdık "nortmende" markalı, renkli televizyonu. eskisini kaldırıp, yeni ve güzel televizyonumuzu yerleştirdik dolabın üzerine.
trt 2'nin de yeni açıldığı günler... bir açtık, kırmızılar kırmızı, maviler mavi... insanlar daha bir neşeli, daha bir güzel sanki... trt 1'de bir şey izlerken, ekranın sağ alt köşesinde bir kare açılıyor ve trt2'de "yalan rüzgarı"nın başladığını haber veriyor. aman allahım ne büyük bir teknoloji bizim için o zamanlar. bunu renkli televizyona ait bir gelişim zannetik bir süre, meğer siyah beyazlarda da varmış aynı şey.
şimdi çok kanallı, incecik, gerçeklik hissi verecek kadar renkli televizyonlarımız var. o televizyonlarda gösterilen türlü türlü dizi, film, istemediğin kadar temalı program, tartışma platformaları ve maç var. ama hiç biri babamın içeri kucağında bir paketle, eve girmesinin yerini tutmuyor.
yalan rüzgarı'nı izleyip, nortmende marka televizyonu olanlara selam olsun...