31 Mayıs 2020 Pazar

love, freedom and peace




ülkenin ve dünyanın tamamen boka sardığı şu günlerde çare barış, çare adalet, çare aşk, müzik, seks. çare doğayla içe içe olmak, çare özgürlük, çare tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek ve kendine yetmek. çare sınırları kaldırmak, insan sevmek, hayvan sevmek, bitki sevmek, vicdanlı olmak. çare yerel tarım, ekolojik denge. çare iklim bilinci. çare okumak, çare farkındalık. çare köyden kente eğitim seferberliği. çare hak aramak, sorgulamak, düşünmek. çare aklında her ne varsa konuşmak, anlatmak. çare öğrenmek, dinlemek. çare feminist hareket. çare ayıpsız günahsız kafalar. çare kadınlar. çare direniş...


gelecek; lüks markaların hayvan derilerinden yaptığı çantalarda, pahalı elmaslarda, dogma din öğretilerinde, bilgisi olmadan fikri olanlarda değil. gelecek; kendinden başkasını düşünmeyen, satın almak ve tüketmekten başka bir şey konuşamayan genç insanlarda değil. gelecek; hayatında bir kitap kapağı bile açmamış, kendisine verileni hiç sorgulamamış, cahil olmakla övünen kalabalıklarda değil. gelecek; savaşta, topta, tüfekte, silahta değil. gelecek; parada değil, nefrette, yalanda, kinde değil.


ben dünyada yavaş yavaş yükselen yeni müziği duyuyorum... savaşmayıp sevişmeyi tercih eden yeni neslin sayıca daha kalabalık, zekaca daha üstün olduğuna eminim...
umarım çıplaklık ve ispanyol paça pantalonlar tekrar moda olduğunda zayıflamış olurum :)

not: bugün, gezi'nin 7. yaş günü... kişisel tarihimin en güzel ve en umut dolu günleriydi. dünyanın o yükselen müziği benim için gezi ile 31 mayıs 2013'te taksim'de başladı... nice yaşlara gezi, seni çok seviyorum...

26 Mayıs 2020 Salı

bırakın sıkılsınlar

people make mistakes,
that's why they put rubbers
on the ends of pencils

fleabag

sinop ayancık'tayız, evimiz 3. katta. yaşım 5 midir nedir, camın önüne dayanan birkaç katlı ahşap bir oyuncaklığım var, böyle bebek mavisi, onun en üstüne oturup, açık camdan aşağı hasır sepet sarkıtıyorum. içinde çeşit çeşit oyuncaklar var, sokaktaki çocuklar oynuyor, ben izliyorum, sonra geri koyuyorlar sepete, ben yukarı çekiyorum. hafızam beni yanıltmıyorsa annem arada mutfaktan gelip, bana bakıyor, düşmüş müyüm diye, o kadar.
bazı akşamlar misafirliğe gidiyoruz, annemlerin konuştuğu en ufak bir konuyu bile hatırlamıyorum. çünkü o odada değilim. belki tek belki birkaç çocuk, büyüklerin olmadığı bir odada, kendi kendimize eğleniyoruz. arada gelip bize meyve veriyorlar. gece geç saatlere kadar annemleri hiç görmüyorum, odada uyuyakalıyoruz, sabah kendi yatağımda uyanıyorum. belli ki kucakta taşınmışım eve kadar.
annemler adada kahvede takılıyor, bazen kanasta bazen okey oynuyorlar. yaşım 7 - 8. üst parka gitmem yasak ama sahildeyim, arada yanlarına uğrayıp su içiyorum, sonra tekrar oyuna.
annemler ethem'in oraya gidiyor, yemeğe... kalabalıklar, var bir 15 kişi falan. muhabbet, içki, müzik... biz çocuklar ormandayız, uzakta bir sofrada yemek yemişiz, sonra da oyuna dalmışız.

annemle babamın bana oyun kurduğunu, oyunlarıma dahil olduğunu, beni eğlendirmek için taklalar attığını bilmem ben. "sıkıldım" desem, (demem de desem) "bir şey olmaz, oyna devam" derlerdi heralde.

annemle babam yetişkin şeylerle uğraşırken, ben eriğe daldım, incir ağacından düştüm, karıncaların yuvalarını takip ettim, çomak soktum, tırtıl, kedi, kirpi, köpek, tosbağa sevdim. enseme kocaman çekirge kondu, çığlık kıyamet attım üstümden. saklambaç, yakan top, isim - şehir, lastik oynadım, ip atladım. at kestanesi savaşı yaptım, orgla 'daha dün annemizin'in müziğini çıkardım. kaldırımda oturup, saatlerce kitap okudum, ders yaptım, resim çizdim.
balkonda halı yıkadım, iskambil kağıdından fal baktım, bebeklerime elbise yaptım. tabureyi ters çevirdim, bebek arabası yaptım, manav tezgahı yaptım. 5 taş oynadım, çember çevirdim. bisiklete bindim, yokuş aşağı ellerimi bırakıp indim. renkli tellerden bilezikler yaptım, onları konuya komşuya sattım. karda poşetle, tepsiyle kaydım. patenle defalarca düştüm, bisikletin zinciri yüzlerce kez çıktı, ısırgan otunda yuvarlandım, kaşıntıdan yara oldum, tüf tüf kaç kere yüzüme geldi, dizlerim hiç iyileşmedi. istop, don ateş, yerden yüksek oynarken hakkımı yediler, ağlaya bağıra aldım.
gece mezarlığa girdim, deli pedro'nun evine girdim, hayalet hikayeleri uydurdum. santraldeki devasa kablolara tırmandım. muhakkar amca'nın zilini çalıp kaçtım, evlerin içine yumurta atıp kaçtım, camideki cemaatin ayakkabılarını saklayıp kaçtım.
eski top sahasında prensesin tacını aradım saatlerce. okuma yazma bilmeden gırgır'ı, fırt'ı, dayımın mister no'larını ve hayat ansiklopedisinin fotoğraflarını ezberledim.
sahildeki banka oturup, üstüne adımı kazıdım, geçen gemileri saydım, vapurdan inenlerin kıyafetlerini süzdüm, su gemisini bekledim. kafamda filmler yazdım, oynadım, yönettim. kaset koyup, kan ter içinde kalıncaya kadar şarkıcılık ve dansçılık oynadım. hayalimde ödüller aldım, alkışlandım, evlendim, çocuklarım oldu, kocamla yabancı yerlere tatile gittik. uçurtma yaptım, grapon kağıdından kedi merdiveni yaptım.

sonra büyüdüm...
karantinada evde yalnız sıkılmıyor musun? diye soranlara; tek başına sıkılmamak çocukluktan miras bana...

anneme...

25 Mayıs 2020 Pazartesi

karantina dizileri ve podcastleri







2.5 aylık karantina döneminde bazı sabahlar yerin dibinde uyandım, bazı sabahlar yataktan çıkacak gücü zor buldum, bazı günlerse keyifli hatta mutlu bile kalktım. dayanılmaz bel ağrıları çektim, kimi günler koltuktan 10 dakikada ancak kalkabildim. ağrılar hala nefesimi kesiyor...

iyi diziler izledim, harika podcastler dinledim. filme çok yüz vermedim, dikkatimi herhangi bir şeye 20 dakikadan fazla vermem mümkün olmadı. kaygı sarmıştı dört bir yanımı, film izlerken başım ağrımaya başlıyordu, zorlamadım. ilk günler kitapların sayfasını açmadım ama üstüme gitmedim. sonra okumayı özledim, tekrar başladım...

karantinada son günlere yaklaşırken size seyirlik ve dinlemelik bir kaç öneride bulunmak istiyorum.

dizi önerileri

diziden çok size phoebe waller-bridge'i önereceğim. bu zeki ve aşırı tatlı kadını takip edin. neye dokunursa izleyin.

crashing - (netflix, 1 sezon, 6 bölüm)
londra'da artık kullanılmayan bir hastanede, kiracı olarak kalan bir grup insanın hikayesi. yazan ve oynayan phoebe waller-bridge. bildiğim kadarıyla kendisinin ilk dizisi.
kahkahalar atarak izleyeceğiniz bir dizi değil crashing ama diyaloglar zekice, ilişkiler yer yer karikatürize yer yer çok sahici. fleabag'a giden yolda reis'i tanımak adına ilk basamak diyelim.

fleabag - (amazon, 2 sezon, 6 + 6 bölüm)
londra'da minik bir cafe işleten genç bir kadının öyküsü. çarpıcı, komik ve tadı damağınızda kalan cinsten.
1. keşke arkadaşım olsaydı.
2. keşke izlememiş olsaydım, o kadar iyiydi ki hiç bitsin istemedim.
kameraya konuşuyor olmasından seçtiği erkeklere, aile ilişkilerinden mimiklerine, en yakın arkadaşı ile olan ilişkisinden problemleri çözüş şekline hepsine ama hepsine çok hayran oldum, çok kıskandım. üvey annesinin yaptığı penis tablosuna aşık olmuştum, gerçek hayatta phoebe waller bridge'in evinde asılı olduğunu duyunca çok güldüm. bu kadar çok sevmem; londra ve ingiliz aksanı ile olan duygusal bağımdan mı yoksa yazarın kaleminin kıvraklığından mı bilmiyorum. yaşasın ingiliz dizileri ve yaşasın kadın yazarlar diyerek şiddetle tavsiye ediyorum.
not: ah o papaza, yüzde yüz ben de aşık olurdum. ve yine yüzde yüz, her şeyi bok ederdim.

killing eve - (dizi siteleri, 2 sezon)
phoebe reis denince akla sadece komedi gelmesin. bir seri katil dizisinde de imzası var. modaya meraklı ve sevimli bir kiralık/seri katil ile o'nu yakalamaya çalışan polisin öyküsü. polisi grey's anatomy'den tanırsınız. katille polis arasındaki çekim ve kaçma kovalama hikayesi için izlenir. bence harika bir iş değil ama seyirlik.

run - (digitürk - şimdilik 1 sezon)
iki çocukluk aşkının 15 sene sonra, tüm yaşantılarını bırakıp, birlikte kaçma hikayeleri. phoebe reis yapımcı, bir bölümde de oynamış. izlerken aklıma ilk sevgilimle birbirimize verdiğimiz "40 yaşına geldiğimizde hayatımızda kimse yoksa hemen evlenelim" sözü geldi. zira birbirimizi gördük ama evlenmedik. gençlik sözlerine güvenmeyin arkadaşlar :) ben kusursuz olmayan kadını ve erkeği, oyunculuklarını ve konuyu sevdim.

normal people - (dizi siteleri, 1 sezon, 12 bölüm)
bir kızla erkeğin liseden başlayıp üniversite ile devam eden ilişkilerini konu alıyor, romandan uyarlama bir irlanda dizisi. gençlik dizisi gibi duyulsa da bunun çok ötesine geçiyor. oyunculukları, kamera açıları ve renklerin pastelliği ile öne çıkıyor. son zamanlarda izlediğim en iyi ilk seks deneyimi ve sevişme sahneleri.
açık iletişim kuramıyor olmaları bana çok uzak olsa da dizi ikinci bölümden itibaren sizi içine alıyor ve birbirlerine olan yoğun hisleri seyirciye geçiyor.
hayatında en az bir toksik ilişki yaşamış herkes kendinden bir parça bulabilir. ve bence altı çizilecek bir toksik ilişki cümlesi: it is not like this with other people :)

edit 1: bu diziyi izledikten sonra üzerinde çok düşündüm. aynı yerde büyümek ve çocukluğunun ya da gençliğinin birlikte geçmesi, bir insanı anlarken büyük bir fark yaratıyor.
ben adada büyüdüm ve orada büyümeyen, küçük yer/kasaba kültürünü bilmeyen insana bağlılıklarımı, hassasiyetlerimi anlatmak çok zor oluyor. masal anlatıyorum gibi geliyor onlara. ilişkileri tanımlama şeklim garip, özlemlerim anlamsız, hikayelerimin içeriği boş geliyor.
hep adadan biriyle, aynı şeyleri yaşadığımız biriyle beraber olacağımı sanırdım. du bakalım hikayem bitmiş sayılmaz, kısmet :)

edit 2: dublin trinity college için konuşuyorum; coğrafya gerçekten kader. orada edebiyat okumak vardı, ben istanbul üniversitesi'nde turizm okudum. şansıma tüküreyim :(

edit 3: dizinin müzikleri biraz hüzünlü ama karantinada tavana bakarken, kendinizi puslu bir dublin sabahında sanmanızı sağlıyor... ki bence bu da müzikleri müthiş yapıyor.

edit 4: deseler ki bir roman yaz, bunu yazmış olmak isterdim.

after life - (netflix, 2 sezon, 6 + 6 bölüm)
çok sevdiği karısını kanserden kaybetmiş bir adamın öyküsü. diziyle ilgili bilgileri internetten alırsınız zaten ama ben bu diziyi izleyip de karı koca arasındaki müthiş ilişkiye öykünmeyen var mı onu merak ediyorum. birlikte yaşamak için seçtiğiniz insan ne kadar önemli, karakterinizde ne kadar kocaman bir etkiye sahip ve beraber gülmek kadar ilişkiyi besleyen bir şey yok. (ben de şahsen beraber çok gülüyorum diye bazı boktan ilişkileri senelerce devam ettirdim)
ricky gervais var diye gülmekten ölmüyorsunuz, aksine benim ağladığım yerler oldu. favorim mezarlıktaki kadın; deliyürek'teki kuşçu gibi bir şey, aforizma üzerine aforizma...  karantinaya ağlamalı ve gülmeli bir ara vermek için iyi bir seçim.

valeria - (netflix, 1 sezon, 8 bölüm)
sex and the city'nin ispanyol versiyonu gibi düşünün. 4 kadın, ilişkiler, seks... ispanya sevgimizi kimse sorgulamasın.

this is us - (amazon, 4 sezon, onlarca bölüm)
bol ağlamalı, arada gülmeli bir aile draması. zenci, gay, evlatlık edinme, obezite, ölüm, harika bir anne baba ilişkisi, anne öfkesi, alkol bağımlılığı, uyum sağlayamama, iş hırsı, sorunlu gençlik... ne ararsanız var. benim çok severek izlediğim dizilerden biridir, kalbimde yeri ayrıdır.

the english game - (netflix, 1 sezon, 6 bölüm)
ilk profesyonel futbol oyuncularının gerçeğe dayanan öyküsü. kostümlü dizi, üstelik yer ingiltere, hemen 1-0 önde başlıyor tabii. içinde futbol geçiyor diye, maskülen bir dizi olarak algılamayın, her şey dozunda.

modern love - (amazon, 1 sezon, 8 bölüm)
new york times'ın makalelerinden alıntılanmış, aşk üzerine, hepsi romantik komedi tadında 8 ayrı öykü. özellikle karantina döneminde, kendinizi iyi hissetmek ve kalbinizi yumuş yumuş yapmak isterseniz, çok iyi bir seçim. keşke devam etse de ara ara açıp izlesek.

new amsterdam - (digitürk, 2 sezon, bir sürü bölüm)
new york'un en büyük devlet hastanesinin başına geçen bir adamın gerçeğe dayanan hikayesi. bir doktor ve hastane dizisi. ben zaten severim hastane dizilerini ama max goodwin çok ilham verici ve hayranlık uyandırıcı bir karakter.

unortodox - (neflix, 4 bölümlük mini dizi)
newyork'taki hasidik yahudilerinden esty adında hayalleri olan bir genç kızın öyküsü. güneydoğu anadolu'da zorla evlendirilen zeynep adlı bir genç kızın istanbul'a kaçtığını ve kendine yeniden bir hayat kurmaya çalıştığını düşünün. işte benzer işler. dizinin bir noktasında esty başındaki peruğu çıkarıp denize giriyor, o sahnede sanki ben girdim suya... değişik hayatlar izlemek ve özgür olduğumuz için "oh be" demek için bile izlenir.

podcast önerileri

ben tümünü spotify'dan dinliyorum.

ilk sayfası; mirgün cabas ve can kozanoğlu sunuyor. yazarla söyleşiler çok iyi. benim favorim behiç ak'lı olan bölüm.

bunu ben de yaparım; ibrahim selim'in nefis sesiyle, çeşitli konular üzerine detaylı anlatımlar. dijital aşk, dolandırıclık, komplo teorileri gibi...

nasıl olunur; nilay örnek'in sunduğu bir program. gelen konuklar, alanlarındaki en iyiler. çok bölüm var, ilginizi çeken insanı açıp dinleyin. ben çok şey öğrendim bu seriden. ece temelkuran favorim.

o tarz mı? can bonomo ve arkadaşlarının sunduğu bir podcast ama herkese göre değil. biraz o kafaya girmek gerekiyor, bilmek ve zamanla tanımak gerekiyor. ben çok severek dinliyorum ve dinlettiğim kimse bayılmadı :) ben kalt podcastlerini de bu gruba sokuyorum.

soru cevap; ferhan şensoy usta'nın soruları cevapladığı 15 dakikalık podcast yayınları. ben çok özlemişim dinlemeyi. büyük tavsiyedir.

dizi koması/film koması; melikşah altuntaş'ın hazırlayıp sunduğu ve dizi film önerilerinde bulunduğu podcast. art house sinema severler için daha uygun bir seri.

ben belim kopmadan yatağıma geri dönüyorum. yemin ederim adeta frida kahlo'yum, öyle bir ağrı...

22 Mayıs 2020 Cuma

1800 yıllık şarkı


yaşadığın müddetçe parılda
hiçbir kedere sahip olma
çünkü yaşam kısa
zaman verdiklerini alır nasıl olsa

(1800 yıl önce yazılıp bestelenmiş ve dünyanın bilinen ilk şarkılarından biri - seikilos / aydın civarı)

1800 yıl önce de harcanacak vakit yokmuş, şimdi de yok...
1800 yıl önce de aşk insanın ışıldamasını sağlıyormuş, hala da öyle...
1800 yıl önce de aşık insan 10 santim yukarıdan yürüyorum sanıyormuş, hala öyle sanıyor...
1800 yıl önce de aşk kederin ilacıymış, şimdi de öyle...
"keşke" demek 1800 yıl önce de çok acı vericiymiş...

mektup aşkına...


annemin evindeki odamda, kilitli dolapta yıllardır bekleyen mektuplara gözüm ilişti. vapura gitmeden 10 dakika önce, yolda bakarım diye çantama attım hepsini. belki 200'e yakın mektup, bunun 10 katı da defterlerde var. yazılar, çizimler, şiirler, özlem ve aşk dolu satırlar...
ne güzel hayaller kurmuşuz... ne çok sevmişiz...

bir insana sırtını dayamak nedir bilmiyorum ama "iyi ki var" ne demek biliyorum. bir insan nasıl sevilir, aşkından nasıl sarhoş olunur, derdine derman olmak nedir, aşktan nefesinin kesilmesi ne demek biliyorum. öfkeden deliye dönmek nedir, beklemek nedir, görünce karnında kelebekler uçması nedir biliyorum. tartışma sırasında gırtlağını sıkacakken, tutup öpülmek ne biliyorum. katılırcasına ağlarken, sarıp sarmalanmak ne biliyorum.

ama ne ara kendimi bu kadar değersiz hissetmeye başladım onu bilmiyorum. kendime olan güvenimi ve saygımı 43'e giderken yolda bir yerlerde kaybetmişim. yanlış seçimlere verilen çok seneler...

iyi ki yazmışım, iyi ki yazılan her şeyi saklamışım. (ömrü hayatımda bir kez yazılan her şeyi yok ettim.)
ben kelimelerin büyüsüne çok inanırım. şu an okuduğum her mektup beni güldürüyor ama biliyorum ki o satırlar bana tekrar aşk getirecek. bir o mektuplar bir de anneannemin masa örtüsü... bak şuraya yazıyorum....

18 Mayıs 2020 Pazartesi

inci kefalleri



kaş, inönü koyu

bu yazıyı sadece şu muazzam fotoğraflara tekrar tekrar bakmak için yazıyorum. ben burada yüzdüm. ömrümdeki en güzel günlerden biriydi. 
hayattan 2 yaz alacağım var benim. ve bitmez tükenmez hayalim; buralarda yaşamak... seni çok özlüyorum deniz, seni çok özlüyorum kaş...  

17 Mayıs 2020 Pazar

öykü

etkileyici bir metin ve okur arasında yaşanan mücadeleyi, roman hep sayıyla kazanır. 
oysa öykünün maçı nakavtla alması gerekir.

julio cortazar

daha kendimle seyahate çıkıp, gittiğim yerin meydandaki güzel kafelerinden birinde içkimi yudumlayıp, etrafıma bakınmadım. daha kaş'taki o muhteşem koyda, sırtüstü uzanıp, kendimi suya ve güneşe bırakmadım. daha sevgilimle istanbul'dan çıkıp, kedilerle beraber, arabayla taaa hatay'a kadar gitmedim. kedilerle eziyet olabilir ama onları aylarca bırakamam, ben nereye onlar oraya... daha bir süre izmir'de yaşamayı denemedim. daha kapadokya'da balona binmedim. daha sulu ada'ya gidip, kendimi suya banmadım. daha bir köpek annesi olmadım. daha ted talk'a çıkmadım. daha adalar belediyesi'nde turizm bölümünün müdürü olmadım. daha istediğim kiloya inmedim. daha beyaz elbisemle gayri resmi evlilik partisi düzenlemedim. daha kimsenin yüzüğünü takmadım. daha motor ehliyeti ve motor almadım. daha bitkiler üzerine bilgilenmedim. daha kitaplarım var okunacak ve koca bir film listem var izlenecek. 
ben bir roman var önümde sanıyordum, öyküm varmış... vasat bir öyküm olsun istemiyorum. vurucu bir sonla biten, her kelimenin değerli olduğu, ara ara güldüren, dokunaklı bir öyküm olsun istiyorum. 
zamanım eskisinden çok daha değerli artık... hoşgeldin yeni yaşımın farkındalığı :) 

13 Mayıs 2020 Çarşamba

bir vs iki



kadın, o'nun hayallerini paylaşmayan kocasını boşadı. yazar olmak isteyen, bunun rüyalarını gören, yazmasa çıldıracak kadının, müzede güvenlik görevlisi olarak işe girmesine neden oldu. kadının gökkuşağını çaldı.

kadın, odada kitap okurken, ışığı kapatan kocasını boşadı. çok emek vermişti ilişkilerine ama artık mutlu değildi. hayatta hep kocası öne çıkmıştı. kadının sırası hiç gelmiyordu, kendine yer bulamıyordu.

kadın, o'nun üzerine yıkılan kocasını boşadı. sürekli mutsuzluğuyla ve kaygılarıyla kadının renklerini soldurdu. kadının neşesini, heyecanını ve umudunu aldı, kendine yaşam enerjisi yaptı.

bayılıyorum önünde sonunda kendi yolunu çizen kadınlara... kendini, seçtikleri erkek üzerinden tanımlamayan, "tam"amlanmak için birine ihtiyaç duymayan, kendine yol arkadaşı ve seks partneri arayan kadınlara bayılıyorum.
aynı kadınlar, mutlu olmak için önce kendileriyle barışmak zorunda olduklarını çok iyi biliyorlar. mutluluk, gerçekten kendinden memnun olma hali... ve mutlu etmek için çaba göstermeyen, yanağımızdaki al rengi solduran, kahkahamızı bastıran, hayallerimizi engelleyen herkesi çıkarmalıyız hayatımızdan.
evet, "iki" "bir"den büyüktür ve hayata "iki" olarak direnmek ne tatlıdır... ama bütün kahramanlar "bir"dir :) 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

beyoğlu




birlikte olduğumuz insanı bir bütün olarak değerlendirmez miyiz? ilişkiyi, geçirdiğimiz yıllar, bütün sarhoşluklarımız, sevişmelerimiz, gülmelerimiz üzerinden gözden geçirmez miyiz? tek bir söz, ani yapılan bir hareket, öfke patlamasıyla aşkınız sona erer mi? kanımca birini yatakta bile bassanız, aşkınız puff diye uçup gitmez. kendinize biraz zaman tanımanız gerekir.

ilişki meşakatli bir yol, uzun bir yol. durup dinlendiğiniz, 'allah belasını versin böyle uzun yolun' dediğiniz, susadığınız, arkadan itilmek istediğiniz, acıktığınız, gözünüze güneş gelen, üşüdüğünüz zamanlar oluyor. yolda beraber yürüdüğünüz insana anlık hislerle bakarsanız biter o yol... siz de manzaranın keyfine varamazsınız...

ben beyoğlu'nu bile son 10 yılına bakarak değerlendirmiyorum. şimdi gittiğimdeki soğuk, hikayesiz haliyle anmıyorum... saç ektiren araplar, nargile kokuları, sürekli bir inşaat hali, yıkılan emek sineması, demirören çirkin yapıtı, tuhaflaşan ara sokakları ve ruhunu çektiklerine emin olduğum haliyle anmıyorum. bende büyük kredisi var ve 500 yıllık tarihi...

sultanlar yürüdü istiklal caddesi'nde ve fötr şapkalı devlet büyükleri... elçiler çay içti bu sokaklarda... gezi direnişinin ev sahipliğini yaptı bu park... 1 mayıs'ta kazancı yokuşu'nda sniper ile vurulanların kaldırımları bunlar. akm'nin önünde ne kavuşmalar oldu biliyor musun? ve ne ayrılıklar, gözyaşları içinde... galatasaray lisesi'nin önünde bir ömürdür bekleyen cumartesi anneleri var. bolşevik devrimi'nden sonra taksim sokaklarında beş parasız şarkı söyleyen rusları... tiyatro sonrası, ayak üstü ıslak hamburger yiyen oyuncuları... orospuları... emekli orospuları... saat satan siyahileri... çiçeklerin en alasını satan çingeneleri... çeşit çeşit perukçuları ve seks dükkanları... galata'dan kendini bırakan hezarfen'i var. 6-7 eylül'de zorla gönderilen gayr-i müslimleri gördü bu sokaklar... 

şimdiki haliyle bakmak beyoğlu'na haksızlık... ülke nasılsa beyoğlu da öyle... ülke cahil, ülke vicdansız, ülke satılmış, ülke boşlukta savruluyor... beyoğlu da...

ama gün olur devran döner ve şehrin kalbi beyoğlu yine "bizim" olur. çünkü gerçek aşk bitmez... 

9 Mayıs 2020 Cumartesi

tam ne zaman "yuva" diyoruz?






evime düşkünüm ben. temizlik ve dağınıklık konusunda obsesif olduğum durumlar var. evdeki kimi objelerle ilgili takıntılarım var. buzdolabının üstündeki magnetlerin ve duvarlardaki her tablonun bir anısı var. tarih veremem ama bana geldiği zamanı ya da aldığım yeri tüm detaylarıyla anlatabilirim.  bulunduğum yeri kendime benzetmeyi severim, eve girince bana ait olduğu hemen anlaşılır.  

daha önce de bir kaç ev denemem olmuştu. 

acıbadem'e erkek arkadaşımın evine taşındığımda, geceleri ara ara ağlardım. o eve o kadar ait değildim ki... benden önceki yaşanmışlıkların üzerine bir hayat kurmaya çalışıyordum ve ben ileriye bakmayı başarabilen bir kadın değildim. gördüğüm her şey sinirimi bozuyordu. salona yeni mobilyalar aldım, bütün evi raf raf indirdim, fazlalıkları attım. olmadı. eve değil, adama ait değilmişim, taşındım. 

bostancı'da lunaparka yakın bir ev tuttum. canım yanıyordu ama çarpışan arabalar derdime derman oluyordu. ağlıyordum, kamikazede küfür ediyordum. hemzemin bir balkon vardı. 
yanıma iko taşındı. gelenimiz çok, yemeğimiz boldu. sıradan bir ev "yuva" oldu. acılar azaldı, gülmeye başladık. dünyanın en en en iyi ev arkadaşı iko'dur. önüne portakallı kereviz koyar ve sen yersin :) filtresiz konuşur, kucağına yatar ve 50 bölüm üst üste friends izlersin. 



sonra kurtköy'de ve tuzla'da iki başarısız denemem daha oldu. kurtköy gibi tamamen sonradan yaratılmış bir semt bana tabii ki olmadı. sitenin ve evin modernliği, eşyaların beyazlığı, etrafın yobazlığı ve çimenlerin suniliğinden içim şişti. bu sefer tuzla'ya tam tersi bir çevreye gittik. 3 katlı villa, yemyeşil bahçe, eski ve hikayeli bir semt, deniz kokusu ve havuz... ama ben uzak dedim, git gel zor dedim. uzak olan ev değil, adammış. yine olmadı.

idealtepe'ye taşındım. kedi çişli, dünya pisi bahçeye, az güneşe, tuvalet kokusuna ve apartmanın çok eski olmasına rağmen "yuva"ydı. mutluydum, keyfim yerindeydi. yıkım kararıyla ev aramaya başladım. toplam 30 dakikada buldum, 2 günde tuttum, 4 günde taşındım. bostancı'ya geri geldim.
daha doğrusu geldik. adamla... 

ne oldu da tek kaldım, oralar biraz karışık. onu da sonra anlatırım. ama bu sefer ben değil, adam gitti. ait hissetmeyen, kendini bir türlü içine sığdıramayan, yabancı olan oymuş bu sefer. biliyorum ben o hissi, kötüdür. iki gözyaşı, 3-5 sarhoş gece, binlerce kelimelik yazılar ve tabii ki zamanla geçti. 




şimdi ev, çiçekler, kediler ve ben yalnızız. evin "yuva" olması için gereken tek şey kendimi mutlu hissetmemmiş. keramet güzel mobilyada, tabloda, son model televizyonda, duvarın morunda ya da süper maharetli meyve sıkacağında değilmiş, bendeymiş.
ama iko der ki "evde mutlaka ocak tütmeli", o yüzden artık yemek de yapmaya çalışıyorum. bir de iyi ki kedilerim var. 
bu evde yine bir ayrılık acısı yaşıyorum ama lunapark yakın, karantina bitince atarım kendimi balerinin kollarına, ne acı kalır ne ayrılık...

7 Mayıs 2020 Perşembe

mutluluk üzerine dır dır ettiler



sizin mutluluk tanımınız nedir?

ben sordum, onlar yazdı:

gönül (43) kendinden memnun olma ve kendini kabul etme hali. mutlu olmak içsel bir durum. para, iş gibi araçlar tek başına sağlayamazlar; daha toplam bir kendinden memnun olma hali bence.

koray (33) bütünlük hali, noksanlık olmadığı zaman mutluyum.

hande (43) paylaşmak.

burcu (26) benim tek bir cümlem yok. aklıma kısa kısa gelenler var. konuşmadan bile yanımda olduğu anda beni iyileştirecek insanlara sahip olmak, sakin bir akşam geçirebilmek, evimde her zaman yedek içki ve atıştırmalık olması, saatlerce süren sabah kahvaltısı, deniz sonrası sahilde uyuyakalmak, en aşka inanmadığım bir dönemde bile önümde anne babam gibi bir çiftin olması, koltuktan kalkmadan sezon sezon dizi bitirmek, spotify önerilerinin beni çok iyi tanıması, hafta sonu rutin haline gelen plak çalmalarım, bilmediğim yerleri keşfetmek, gezebileceğim kadar çok yer gezmek, aile veya arkadaşlarla gelenek haline getirilen etkinlikler, günübirlik doğa kaçamakları, kamp ateşi ve sucuk ekmek, saat fark etmeden "gel" diyebileceğin insanlar olması, yeni bir şey deneyimleme heyecanı, tekneden atlamak, uçmak. uzun bir günün ardından sütyeni çıkarmak, soğuk yatağa girmek, genel olarak deniz, hayatının bir anlamı olması.

hilal (37) iletişim, dinleyecek insanlara sahip olmak, filmler, kitaplar, iyi bir müzik, değerli hissetirilmek, huzurlu bir ortam, güvende olmak.

tuğçe (35) sevdiğim insanlarla gülebildiğim her an.

serda (39) tek bir tanımım yok. benim için kaygı yoksa, huzur varsa, mutluyumdur. kendimi gerçekleştirdiğimde yani bir hedefim varsa, hedefe ulaştığımda, bir şeyler ters gitmediğinde, çikolata yediğimde, kimseyle kavga etmediğimde, övüldüğümde mutluyum ben. ailem de mutluluk kaynağım. ben çok üşüyen biriyim, ilkokulu bitirene kadar annem kaloriferde çoraplarımı ısıtır yorganın içinde giydirir, öyle kaldırırdı beni. biri tarafından sevilmek, düşünülmek, arkadaşlar, gezmek, keşfetmek, deniz. ama bir kelime ile söyleyecek olsam kaygısızlık hali...

alev (49) huzurlu hissettiğim her an mutluyum.

arzu (48) ruhumun güzelliklerle uçuşması, parfüm kokusunun burnumu doldurması ve karnımın olabildiğince lezzetli yiyeceklerle doyması bende arzu uyandırır. arzu da bana mutluluk verir.

bora (43) huzur.

eda (43) huzur, sana huzur veren şey mutluluk verir.

seda (43) yaşla ilgili heralde ama huzur, dinginlik, kaygısızlık.

güneş (32) tek cümlelik bir tanım yapamam. ama ilk aklıma gelen gökyüzünün renklerine, doğanın değişimime, günbatımları ve gündoğumlarına şahitlik edebilmek.

hilal (31) özgür ve kendim hissettiğim yerde olmak.

semira (43) yalan dostum, mutluluk diye bir şey yok. (melodili)

selin (43) doygunluk hali, tatmin olmuş hissi. ama daha genel olarak kendinden memnun olmak. huzur da önemli ama sanırım mutluluk için daha yüksek bir hisse ihtiyacım var.

melike (38) huzur. mavi mavi, mavi(')nin içindeki her şey benim için mutluluk.

bir deeee;

freud: mutluluk dediğimiz şey, yoğun bir şekilde bastırılmış ve engellenmiş olan ihtiyaçların, kısa süreliğine tatmin edilmesinden başka bir şey değildir.

schopenhauer: mutluluk, kendi kendine yetenlerindir.

cevaplardan anladığım kadarıyla; benim ekibin çoğunluğu yaşlanmış ve huzur arayışına girmiş :)
ben yukarıda söylenen tüm mutluluk tanımlarına ve mutlu ettiğini söyledikleri her şeye katılıyorum. ne tatlı arkadaşlarım var, bir kişi de "para" dememiş...

not: mutluluk üzerine düşünmeye ve yazıyı ara ara güncellemeye devam edeceğim.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

seviyorum - sevmiyorum

evine gittiğimde, bir yandan konuşurken bir yandan da buzdolabını açıp, içinden bir şeyler atıştırabildiğim dostlukları seviyorum.
evin balkonu bir metrekare de olsa; çiçeği, minderi, masası ile orada bir dünya kurmayı seviyorum.
gece 4te, gecenin 4 olduğunu umursamadan arayıp, "gel al beni buradan" diyebildiğim arkadaşlıkları seviyorum.
yaz günü, masaya oturduğumuzda kızartma tabağının üstündeki sarımsaklı domatesli sosa, taze beyaz ekmek banmayı seviyorum.
işten döndüğümde mahalle esnafı ile selamlaşmayı, apartmana çıkarken komşularımla iki çift laf etmeyi seviyorum.
haftalarca görüşmemiş de olsak "sizin maaşlar sıkıntılıdır şimdi, paraya ihtiyacın olursa ara hemen" diyen dostlukları seviyorum.
anneannemin bana ancak çocuk orucu tutturduğu o günleri, ramazan pidesinin içine terayağ ve tuz koyduğumuz anılarımı seviyorum.
babamın balonda bize "haydi bastır" oynattığı, mavi bisikletimle tura çıktığım, lisenin merdivenlerinde gizli gizli öpüştüğüm, sağcısı solcusu bir arada seçim sonuçlarını beklediğimiz ada yazlarını düşünmeyi seviyorum.
içinden tren geçen kasabaları, hiç beklemediğin anda gelen "seviyorum seni" mesajlarını, sonunda denize gireceğin uzun yolları, o yolda giderken bir yerde durup buzlu ayran - gözleme yapmayı, güneşte yandıktan sonra alınan ılık duşu ve sonrasındaki al yanakları seviyorum.
renkli kalemleri, martı seslerini, öğle üzeri üstüne vuran güneşle uyuyakalmayı, uyurken yanına kıvrılan kedileri, karı, yağmuru seviyorum.

boğazına yumru gibi oturan ayrılıkları, tam komik bir şey anlatacakken olmadığını hatırlamayı, çalan her şarkının gözleri doldurmasını sevmiyorum.
evine gittiğinde "umarım yere bir şey dökmem" diye düşündüğüm ve ayağımı koltuğa uzatamadığım arkadaşlıkları sevmiyorum.
evlerin birbirine çok yakın olmasını sevmiyorum. çok bir fransız balkonlu, kimsenin birbirini tanımadığı upuzun apartmanları sevmiyorum.
kıracağım diye dürüst olamadığım, had bildirmek yerine katlandığım ilişkileri sevmiyorum.
dinlemeyen, dinlediğini anlamayan, dilbilgisi kurallarını bilmeyen, her konuyu dönüp dolaşıp kendine ve dertlerine getiren, sürekli telefonuna bakan ve işten bahseden insanları sevmiyorum.
yaşından, mevkisinden dolayı saygı bekleyen, göremeyince öfkelenen kişileri, hayvanlara, doğaya ve insana saygısız kimseleri sevmiyorum.
gururundan, egosundan sevdiğine "seviyorum" diyemeyeni sevmiyorum.

"beraber olursak her şeyi hallederiz"i seviyorum, "ne olursa olsun yanındayım, sen bana dayan"ı seviyorum. "gururuna sokiyim, sana bir şey olmasın"ı seviyorum, günün ilk ışıklarında çalınan kapı zilini seviyorum....