30 Aralık 2008 Salı

yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl herkese kutlu olsun.... lay lay lom


yılbaşılar çok ızdıraptır benim için ama bu özel günde yalnız kalmamak için elimizden ne gelirse yaparız...

ya dışarıya çıkıp, her zaman gittiğimiz bilmem ne meyhanesine fazladan para verir ve sarhoş oluncaya kadar içeriz - ki tarafımdan denenmiştir - ya da ev partisi adı altında bütün arkadaşlarımızı toplayıp müzik eşliğinde alkolün etkisi altına gireriz - ki bu da tarafımdan denenmiştir -

kırmızı dondan medet umanlar mı dersiniz, tüm yıl seyahatten seyahate gidilsin diye tam 12'de kendini sokaklara atanlar mı dersiniz... tüm bu eğlenmeliyiz dayatmasına rağmen "yılbaşım muhteşemdi" diyene rastlamadım...

bu yılbaşında evdeyim... evdeyiz... dostlarla... oyun oynayacağız, sohbet edeceğiz... kapımız açık, arzu edeni bekleriz...

amaaaaa; 2009'dan beklediklerimi de yazmadan edemeyeceğim...

sağlık, huzur, şans ve mutluluğun yanısıra; aşk istiyorum... mali krizlerimin son ermesini istiyorum... hazır zayıflamaya başlamışken devamını istiyorum... bir sürü seyahat istiyorum... her durumda yanımda olan canım arkadaşlarımla keyifli sohbetler istiyorum... bütün filmleri izlemek istiyorum... çok sevdiğim sinema sektörüne bir yerinden bulaşmak ve başarılı olmak istiyorum...

hadi bakalım 2009, yüzümü kara çıkarma...
mutlu yıllar...

29 Aralık 2008 Pazartesi

merdiven ve tepsi hikayesi

kar istanbul'da ne kadar eziyetse, adada o kadar keyiflidir... sabah erkenden de kalksanız karlara ilk basan siz olmazsınız... ama adada öyle değildir... akşam saatlerinde bile ıssız bir sokağın ilk sakinleri siz olabilirsiniz...

benim ilkokul çağlarımdı, yıl kaç hatırlamam ama, bayağı bir kar olmuştu... hatta sömestr tatilinin de sonuna denk geldiğinden, neredeyse 1 ay tatil yapmıştık... işte o yıl karın en muhteşem olduğu zamandı... ee bizde öyle kar aksesuarları falan yoktu tabi...

2 aracımız vardı kaymak için... ilki; yuvarlak kocaman tepsiler olur ya... hani 3 kişilik bir ailenin kahvaltı malzemesini koyabileceği kadar büyük olanlardan... işte o... tek kişilik bir araç olup, yapıldığı malzeme nedeniyle jet hızıyla inerdik yokuştan aşağı...

diğerine toplu taşım aracı denebilir... merdiven... cesur yürek 4-5 çocuk olarak merdivene biner, yokuştan aşağı bırakırdık kendimizi... aman allahım ne büyük keyif ne büyük keyif...

aynı aracı kullanan bir arkadaşım, hızını alamayıp, yokuşun bitimindeki evin penceresinden içeri dalıp, yemek masasında korkulu anlara neden olmuştu...

annem ayakkabımın içine naylon koyardı, eve gelince de sobanın yanına koyardık ayakkabıları. şekilleri bozulurdu ama hemen kururlardı.

akşama babam gelirdi, yemeği yiyip, mandalina kabuklarını sobanın üzerine itinayla dizerdik... kokusu hala burnuma gelir... bir de fındık koyardı annem küçük bir tepside... nar gibi olurdu fındıklar... bunca zamandır öyle tatlı fındık yemedim...

çocukluğunda kaymak için merdiven ve tepsi kullanan bütün çocuklara selam olsun :)

24 Aralık 2008 Çarşamba

sonbahar...



bir seyirci olarak, son yıllarda sinemadan hiç bu kadar tatmin olmuş çıktığımı hatırlamıyorum.

film o kadar içine alıyor ki insanı... o kadar o coğrafyada hissediyorsun ki kendini, yusuf kendini karların üzerine bıraktığında sen de koltuğa başını koyuyorsun, gözlerini kapatıp, soğuğa dokunuyorsun... sen de o tahta bankın üzerinde uyumak istiyorsun, sen de o dalgaların yaladığı iskelede olmak istiyorsun, sen de ağaç kütüklerin üzerinde bir sigara tellendirmek istiyorsun...

bir filmden beklediğim herşeyi verdi "sonbahar".

özcan alper'e çok içten sevgilerimi gönderiyorum... teşekkür ederim...

23 Aralık 2008 Salı

ah abdullah oğuz ah...

sıcak...

offf, içime fenalıklar geldi filmi izlerken...

bir filmde herşeyi önceden tahmin edebiliyorsanız o film olmuş mudur? yakın plan çekimleri sıklıkla kullanınca film iyi mi olmaktadır? böyle bir düşünce mi var o camiada? sırtını görüntü yönetmenine bu kadar dayayan bir film daha var mıdır acaba? cem özer ne kadar kötü ağlamaktadır öyle? neden senaristler, yönetmenler şu günlük dili takip etmemektedir? ya da birileri o senaryoları düzeltip neden "biz günlük hayatımızda öyle değil, böyle diyoruz..." demez?

offff, bak yazarken bile fena oldum...

21 Aralık 2008 Pazar

doğumgünleri, dostlar, vedalar...


son 3 gündür, acayip bir koşturma içinde olduğumdan gerekli özeni gösteremediğim önemli günler ve insanlar oldu... önce onları tek tek anmalıyım...

18 aralık perşembe / veda

bugün değerli bir dostu son kez gördüm... 'o'nun artık olmadığını' bir tören yaparak kabul ettim.

sahip olduğumun 'kaşıkçı elması' olduğunu sanarken, zamanla değerini yitirip, 'cumhuriyet altını'na dönüşmesini daha fazla seyredemedim.

cenaze gibiydi... umudun sona erişi ve "sonu olan" bir yas sürecinin başlaması... "sonu olan" diyorum çünkü o töreni görmesem, o törene ortak olmasam; acı, beklentiyle karışacak ve sonsuz bir umut besleyecektim.

bugün vedalaştım...

kendi gözlerimle görmeye, değişimi algılamaya ihtiyacım vardı... ağladım, konuştum, içimi döktüm, vazgeçtikleri için kızdım, kendimce hesaplaştım... ama vedalaştım... bunu başardım...

şimdi her ikimizin de yolu açık olsun...

19 aralık cuma / 40 yaş

ikocum, arkadaşım, evimin gülü...

sana harika bir 40 yaş diliyorum... bol paralı, az tasalı, bol gülmeli, az gözyaşlı... aşklı, tutkulu, kavuşmalı, müzikli... tatillerin harika geçtiği, uzun masa sohbetlerinin olduğu, işlerin seni yormadığı bir 40 yaş olsun...

seni seviyorum...

20 aralık cumartesi / 32 yaş

canımın taa içi... gözümün nuru... minik prensesim benim...

sen benim sana nasıl içimin titrediğini bilirsin zaten... çok uzakta olmana rağmen elinin sürekli üstümde olduğunu da ben bilirim...

ben bana istanbul üniversitesi'nin en güzel hediyesisin... hayatımda var olmandan dolayı çok iyi hissediyorum kendimi... beni "ben" yapanlardan birisin sen...

sanat tarihi dersi için cami cami gezip çok güldüğümüzü, sirkeci'deki adalar iskelesinde soğuktan gözlerimizin yaşardığını, bir yılbaşında masadaki bardaklar için garsona eziyet çektirdiğimi, galata köprüsü'ndeki manyaklara biber gazı sıkıp tünel'deki eve nasıl koştuğumuzu, dubai'deki alışveriş manyaklığımızı, kaş'taki eğlenceli tatilimizi, kurt seyt'i 100'er kere okuduğumuzu hala dün gibi hatırlıyorum...

sen benim üzerime neyin olup olmayacağını benden bile daha iyi bilen tek insansın :)

seni sever, öper, özler...

17 Aralık 2008 Çarşamba

bir varmış bir yokmuş...


bir varmış bir yokmuş... develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; ülkelerden birinde güzel mi güzel bir prenses yaşamış...

prenses, düşler alemi ile gerçekler arasındaki ince çizgide hünerli bir cambaz gibi yürürmüş...

aşık olduğunda, ülkedeki işler düzgün gittiğinde, halkıyla beraber mutlu zamanlar geçirdiğinde; düşler aleminin sokaklarında salınırmış....

ülkesinde kargaşa olup, halkının yüzü gülmediğinde ve beyaz atlı prensi ortalarda gözükmediğinde ise; gerçek dünyanın, gerçek kaldırımlarını arşınlarmış...

güzel prenses bu sıra düşler aleminde... yüzü aydınlık... gözleri parlak... umutlu... komik... sakar :)

gökten üç elma düşsün... biri anlatana, biri prensese, biri de prensine...

12 Aralık 2008 Cuma

rüzgar...


hoşgeldin çipil gözlü rüzgar...

hayatın boyunca "şanslı" olmanı diliyorum...

ve seni çok sevmeye, tüm ömrüm boyunca yanında olmaya söz veriyorum...

10 Aralık 2008 Çarşamba

bazen...


bazen bacağıma kramp girer... dizimin arkasından biraz aşağısına denk gelir. öyle acayip bir acıdır ki; uykumdan uyanırım ve iki elimle ayağımı içe doğru bastırmadan da geçmez o acı...

bazen evden hiç çıkmam, koltuğun üstünde ve televizyonun karşısında uyurum, uyanırım, uyurum, uyanırım...

bazen tek başıma sinemaya giderim ve buna bayılırım...

bazen bütün günü sadece çikolata yiyerek geçiririm...

bazen çok sevdiğim bir filmi üst üste izlerim...

bazen yazarım...

bazen tavla oynarım... 20 dakikada 5-0 yenildiğim de olmuştur... 4-1'den maçı aldığım da...

bazen çevremde "king" oynayan birileri kalmadığı için hayıflanırım... kendi kendime bir "king tabelası" yaparım :)

bazen uyuyup uyandığımda bütün sıkıntılarım geçecek sanırım...

bazen "soru-cevap" oyunu oynarız ve çok acayip şeyler öğreniriz...

bazen kendimi kuaföre atarım ve hiç konuşmadan sadece gazete okumak isterim...

bazen koca bir "damak"ı hiç kırmadan, bir bütün olarak reklamlardaki gibi yerim...

bazen ben de herkes gibi "şarkıcılık" oynarım... kendimi çok güzel bir barda sahne alıyormuşum farzeder, nilüfer'den parçalar söylerim...

bazen atasözleri ya da deyimlerimizin nereden geldiğini tartışırız... iyi örnek veren, ileride saygıyla anılır....

bazen lunaparka gider ve çocuklar gibi eğlenirim...

bazen işin en can sıkıcı olduğu anda bir telefon gelir ve günüm güzelleşir...

bazen düğünlere giderim ve hep "kendi düğünüm olsa böyle yapardım, böyle yapmazdım" diye düşünürüm... ama mutlaka ağlarım...

bazen bir kavanoz nutella'yı bitirdiğimi saklamak için gidip bir tane daha alırım...

bazen bir 'yiğit özgür' karikatürüne çok gülerim...

bazen uzun pazar kahvaltıları yaparım... ama mutlaka kaymak, çilek reçeli, çeşit çeşit peynir ve pastane işi ıvır zıvırlar olsun isterim. güzel bir film de kahvaltıya eşlik etse harika olur...

bazen banyodan sonra parmak uçlarımda yürür, uzun süre de sigara içmem...

bazen birşeye heves ederim ama sonra tembelliğimden o şeye sarılmam...

bazen yalnız kalmak isterim...

bazen gerçek bir aile olmayı başaramadığımız için üzülürüm...

bazen dostlarıma ve aileme daha çok "seni seviyorum" demeliydim diye düşünür, telefona sarılırım...

bazen kendimi savunmasız, çaresiz ve yalnız hissederim... ama uzun sürmez, geçer...

bazen saatler geçmek bilmez... tıpkı bugün olduğu gibi...

8 Aralık 2008 Pazartesi

nice yıllara kardeşim...



92 eylülü'ydü... hepimizde başka bir okula geçmiş olmanın verdiği "yabancılık" duygusu vardı... yeni formalar, yeni insanlar, yeni hocalar, dersler, yeni semt... herşey başka... herşey yabancıydı...

önümdeki sıraya oturdun... sarı, uzun saçlarını lastik bir tokayla tutturmuştun... arkanı dönüp, tanımaya çalıştığın sınıfına baktın... gözgöze geldik... başımızı eğip selamlaştık...

"selin ben" dedin...
"diren ben" dedim...

sonrasında kardeşim oldun, arkadaşım, dostum oldun...

içim içime sığmazken sana geldim... "aşık oldum" dedim... "çok mutsuzum, kör kuyular içindeyim" dedim... "çok kızgınım, camı çerçeveyi indirmek üzereyim" dedim... "dünyanın en güzel sarılan adamı selin, inanabiliyor musun?" dedim... "yazılı kağıtlarını değiştirelim, yoksa kalacağım" dedim...

sen beni her zaman o sakinleştirici sesinle karşıladın... desteğini sonuna kadar hissettim... hep bildim ki yanımda olacaksın ve hep tarifsiz bir sevgi olacak içimizde... ne olduğumuz, ne yaptığımız, neler yaşadığımız bunu hiç değiştiremeyecek...

ses tonlarımız, vurgularımız hep benzeyecek birbirine... aynı yönden bakmasak da hayata, hep konuşabileceğiz ve birbirimizin ne hissettiğini bileceğiz.

ve bugün senin doğumgünün... seni çok seviyorum... iyi ki doğdun... iyi ki hayatımdasın...


"ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum."

montaigne, denemeler