29 Kasım 2008 Cumartesi

mimlendim...


ikocum demiş ki; diren de yazsın en sevdiği 10 yeri; ülkeyi, semti, şehri vs...

bakalım başarabilecek miyim 10 yapmayı...

1. evim

ahir ömrümde ilk defa kendime ait bir evim oldu. mobilyalarını, aksesuarlarını, perdelerini seçtiğim, halılarına karar verdiğim... dağıttığım, topladığım, arkadaşlarımı davet ettiğim... en güzel uykuları uyuduğum... en rahat, en huzurlu, en "kendim" olduğum yer evim... tabii ki listenin en başında...

2. ada

ada, benim büyüdüğüm, ilk aşık olduğum, ilk bisikletten düştüğüm, ilk okula gittiğim, ilk öpüştüğüm yer, ilk gözağrım, çocukluğumun temsilcisi... vazgeçilmezim, unutulmazım... "ada kızı" olmakla gurur duyuyorum :)

3. kaş

bütün kışı "kaş özlemi" içinde geçiriyorum. herşeyini özlüyorum... emine abla'nın kahvaltısını, don kişot'u, kaşık'ın yoğurtlu yaprak sarmasını, uzun çarşı'sını, köşedeki avize satan dükkanı, deniz kenarında makarna yemeyi, tavla atmayı, soğuk ayran içmeyi... geceleri gökyüzünü, gündüzleri güneşini... limanağzı'na giden tekneleri, tuzlu akan suyunu...

4. beyoğlu

ben üniversitede gördüm ilk kez beyoğlu'nu... adadan oralar hep bambaşka bir şehir zannedilir. çocuk aklıyla gitsen gitsen bağdat caddesi'ne gidersin... hadi biraz daha cesurlar kadıköy'e iner... beyoğlu çoook uzak gelir adalılara... hele de çocukken...

biz "istanbul'a ineriz" ya da "karşıya geçeriz"... jargon böyle adada, biliniz...

5. prag

bayıldım bu şehre...
yanlış anlaşılmasın; "çok şehirler gördüm ama prag nefisti" diye bir durum yok. zaten ilk yurtdışı seyahatimdi... 3 gün kalıp, tadını damağımda bırakıp geldim. şimdiki aklımla bir daha gezmek lazım elbet... eh artık kısmet :)
al işte 5 tane yapabildim... insanın ev arkadaşı rehber olursa; nepal senin, vietnam benim gezerse, anlatacak çok şeyi olur tabii... idare et arkadaşım...

28 Kasım 2008 Cuma

karmakarışık sarmaşık by cem mumcu


sana yazsam okuyabilecek misin? zihnin, binlercesiyle doluyken, benim sesimi içine alabilecek bir sessizlikte, bir an olsun durabilecek mi? içimi görebilecek misin? sana eksik olduğunu sürekli hatırlatan ama eksiğinin aslında ne olduğunu unutturan bu sahte cümbüşün ortasında, sahici bir ses ayırt edebilecek misin?

bazen o kadar derinden gelirken sesin, niye sonra yüzeye çıkıyorsun? uzak kalıyorsun, küçük, cılız kalıyorsun. belki korkuyorsun. benden mi? ya da diğerlerinden mi? burada benimle olanın 'adı' yok biliyorsun. üstüne düşecek çiğ tanesinin soğukluğundan sorumluyum, bakışının kırılmasından, dudaklarına değen parmak uçlarından sorumluyum. sense hâlâ tarifler yapıyorsun.

yapmasan keşke. yapmasan... bense gülüyorum, acıyla gülümsüyorum. fark eder mi ki kim kime aşık? kim kime dolaşık? bu karmakarışık sarmaşık... kökü bende, dalları sende, suyu bende, yaprakları sende... istersen kesersin bıçak gibi bir sözünle...

ama sen yine yalanlara kanacaksın. bunu sırf korkundan yapacaksın. sana korkmayı, sana savunmayı, sana kaçmayı, sana saklanmayı, sana hesabı, sana tedbiri salık verecekler çünkü biteviye. bütün bunlar için daha fazla kendinden uzaklaşman, daha fazla yalnızlaşman gerekecek. o zaman daha da fazla bana ihtiyaç duyacaksın ama benim ben olduğuma hiç ikna olmayacaksın. hep tamlığı arayacaksın yine. inanmadan, emin olmadan arayıp duracaksın. onu senin, bizzat 'kendi'nin, hemen şimdi yapmaktan başka şansın yokken, arayıp bulacağını umut edeceksin. kaybetmekten korktukça, kaybetmekten korktuğun şeyler edineceksin. hep daha çok kaybedecek şeyin olacak sahip oldukça. daha da güçsüzleşeceksin... ...

sen bendeki eksiğine, ben sendeki noksanıma bu kadar muhtaçken ve bu bizi aç, bu bizi arzulu, bu bizi coşkulu kılarken; sen sonsuz bir tokluğa mahkum ederken bizi, yeniden aç olmayı özleyeceğiz.

ve sen başka bir eksiğin, ben başka bir noksanın peşine düşeceğiz belki de...

23 Kasım 2008 Pazar

yeryüzündeki cennetim...


gökyüzündeki yıldızların en parlak ve yakın olduğu yerdir kaş... hep hayaller kurduran, yaratıcılığını tavan yaptıran yerdir... en güzel anıların olduğu yerdir...

çok özledim... çok...

aptal...

tarif istemez ama...

diyelim ki balıkmışım ben, sen de balıkçı...

ikimiz de biliriz, sineğe bile kıyamazsın..
öyle boş oltayı atarsın denize,
bilirsin salak olmadığımı,
ama aşık olduğumu bilmezsin...
ben sana inat yakalanırım.
şaşırırsın, nerden çıktı bu diye...
istediğin balık değil ki,
oturmak iskelede...

mecbur çekersin yukarıya...
acı çekiyorum ne de olsa.
dedim ya kıyamazsın...
uzanırım avuçlarına...
dudaklarıma dokunursun,
iğneyi çıkartacaksın ya,
yoksa sevdiğinden falan değil...
bilirim senin yanında yaşayamayacağımı,
sen de bilirsin,
öldürmeye kıyamazsın,
bakarsın avucundaki aptal balığa,
ben de sana...
sonra beni kurtarmayı seçersin,
ben avuçlarında ölmeyi seçmiştim oysa...
bırakırsın denize.
yüzünde kahraman gülümseme.
hayat kurtardın ya biraz önce.
sessizce boğulurken mavilerde,
son kez bakarım iskeleye,
iskeledeki aptal balıkçıya,
sen de kurtardığın balığa...

(yazarı bilinmiyor)

yalnızlık üzerine...

25.04.2008
dubai

ben yaşadığım yerden bir kuple uzaklaşınca içimde iki ayrı his birbirine giriyor...

önce "aidiyet" oturuyor koltuğa... evimi, istanbul'u, sevdiğim insanları özlüyorum... kaldığım otelin herşeyinden nefret ediyorum... işim gereği çok güzel otellerde de kalsam ağzımda hep kekremsi bir tat oluyor. yemek yiyemiyorum, eğlenemiyorum, televizyonsuz uyuyamıyorum... işimi yapıp dönmekten başka birşey düşünemez oluyorum... sürekli gözüm ve elim telefonda oluyor...

sonra "yalnızlık" oturuyor koltuğa... kendimle başbaşa kalıyorum. yükselip, olduğum yere bir de havadan bakıyorum... romantizmden uzak daha olgunca kararlar veriyorum. hayatta aslında bir başıma olduğumu farkına varıyorum... nefesim kesiliyor... bütün bu kalabalığın içinde nasıl da yalnız ve kimsesiz olduğumu düşünüyorum...

bu bayram tatilini fırsat bilip, ece'yi ziyarete dubai'ye gidiyorum...

içimdeki alevlerin üzerine su dökmek için... tedavim için... bitirip tekrar başlamak için... pes ettiğimi kabul edip, arkama bir daha bakmamak için... "kafamda yarattığım herşey tuzla buz olsa da yaşama devam edebilirim"i tekrar kanıtlamak için... yeni yolların keşfinde enerji toplamak için...

hadi bana iyi yolculuklar...

17 Kasım 2008 Pazartesi

adada siyaset başkadır...


siyasetin hal ve gidişinden uzun süredir memnun olmayan biri olarak, arada arkadaş toplantılarında "birşey yapmalı" başlığı altında konuşuyorduk... bu sohbetlerde komplo teorileri üretildi, ülke kurtarıldı ama kimse "bizim de siyaset yapmamız gerekir" demedi, diyemedi... çünkü siyaset yalan söylemektir, söylediklerini yapmamaktır, para götürmektir ve özünde kirlenmeyi gerektirir...

adada siyasi yaşam bu durumdan biraz farklıdır... mhp ilçe başkanıyla ödp ilçe başkanı aynı kahveye gider, aynı masada kağıt oynar... anap'lıyla dyp'li ilkokul arkadaşıdır... dinciyle ateist aynı dernekte çalışır...

örneğin ben bildim bileli bizim muhtar süleyman amca'dır... 1000 yaşına gelmesine rağmen yine adaylığını koysa, yine seçilir...

adalar'da seçim günü de keyiflidir... herkes 5 olur olmaz sandığının başına gider, oyları sayar, kendince bunu türkiye geneline oranlar, partilerin getirdiği kumanyaları paylaşır, muhabbetini ederek sabahlar... gerçi geçen seçim, oylar ışık hızıyla sayıldığından sabahlamaya gerek kalmamış, herkes sevimsizce evlerine dağılmıştı...

şimdi adalar'da seçim telaşı yeniden başladı... bu kez adayımız deniz emin tüfekçi...

emin abicim; bir sürü projen olduğunu, bunları hayata geçirmek için çalışacağını, kafandakileri yapacağını biliyorum... istiyorum ki artık adalar'a bir "turizmci" başkanlık etsin... çocukluğumdaki gibi kalabalık olsun ada sokakları... oteller açılsın... vapur saatlerine hapsedilmiş yemekler yenmesin... açıkhava sinemamız geri gelsin...

benim kalbimin başkanı sensin...

14 Kasım 2008 Cuma

eskidendi çok eskiden...



adada büyüdüm ben... sarı yapraklar kaplardı ada sokaklarını sonbaharda... çocuktuk... kredi kartı, fatura, iş, kariyer kaygılarımız yoktu... tek derdimiz saklambaç sırasında bulunamayacak bir yere saklanmaktı... martı sesleriyle uyanırdık sabahları, annelerimiz mahalledeki çocuklara kek yapardı ve biz bakkala "veresiye" yazdırırdık.

yaz gelince sokaktan eve zor girer, üzerinde "acid" yazan t-shirtler giyerdik... ben ingilizce dersleri vererek eve katkıda bulunur, saçlarımın önünü de karabartıp sağa doğru atardım... fotoğraf makinalarımız digital değildi, hayatımızda da...

cumartesi günleri askeriyenin sinemasında uzun çizgi filmler olurdu... çamlimanı'na denize giderdik, sahada voleybol oynardı büyükler, akşam da çardakta rakılar içilir, şarkılar söylenirdi... sınavlar ertelensin diye sis ve lodos dualarına çıkardık sınıfça...

evimiz holywood'da dizisindeki dylon'a ve hayat ağacı'ndaki kyle masters'a hayrandım... hele kyle'ın küpesine bayılırdım... haftalık alırdım annemden ve 2 günde biterdi o çil çil! paralar...

büyüdük sonra... herşey değişti...

11 Kasım 2008 Salı

özhan canaydın üzerine...


dayım hasta bir fenerbahçeli olduğundan beni de fenerbahçe taraftarı yapmış... futbolla çok ilgim yoktur aslında. ne izlemekten keyif alırım ne de camiadan insanları tanırım... sadece fenerbahçe - galatasaray maçlarında, eğer yenersek, galatasaraylı arkadaşlarımla dalga geçmeyi seviyorum... nitekim son skor dalga geçmeme izin veriyor ama burayı okuyan fanatik taraftarları kızdırmadan, suya sabuna dokunmadan devam edeyim :))

cumartesi günü özhan canaydın'ın dostlarına teşekkür için verdiği bir daveti organize ettik... ve ben ilk defa karşılaştım kendisiyle... türkiye'nin en önemli kulüplerinden birinin başkanlığını yapmış bir insanın bu denli samimi ve insan canlısı olmasını beklemiyordum doğrusu...

siz çok yaşayın özhan başkan, ben çok sevdim sizi :)

fenerbahçeli taraftar,
diren

9 Kasım 2008 Pazar

bilmiyorsun...


ben "aşk"a hep inandım... ellerin terlemesine, karnına ağrılar girmesine de inandım... bu dünyada kendinden çok başkasına güvenmeye, önce karşındakini düşünmeye de inandım... beyaz atlı prenslere, elmanın diğer yarısına, ruh birlikteliğine, heyecandan saçmalamaya da inandım... iki kişilik hayata inandım... beraber yürümeye... sırt sırta verirsen herşeyle savaşılabileceğine... film izlemenin bile daha başka olduğuna... sohbet edebilmenin dayanılmaz mutluluğuna... bir evi, bir hayatı paylaşmanın keyfine... hediye alırken duyulan kalp çarpıntısına... hastayken yanında olmanın güç verdiğine... karşındakinin ciğerini bilmeye... aynı yolda gidip, aynı yönden bakmanın önemine... beraberliğin enerjisine... birbirini tamamlamaya... ben "aşk"a hep inandım...

ve bugün bir film izledim... ayrılık sahnesinde söylenen bir çift söz beni darmadağın etti :

"karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama aslında ölüyorsun, bilmiyorsun"

yüreğinde uçurtma uçurmayı bilenlere...

6 Kasım 2008 Perşembe

haftasonu sinemaları


bu pazar sinema günlerine başladım. gerçi hiçbir zaman yaz günlerinde sinemaya gitmeyenlerden olmadım ben ama izlenilesi filmlerin peşpeşe vizyona girdiği günlerde olduğumuz için fırsattan istifade iki film birden yaptım.

eski d's post'ları takip edenler benim bir “türk filmi destekleyicisi” olduğumu bilir. o yüzden ilk biletimi herkesin üç beş kelam ettiği “mustafa” için aldım.

medyada eleştiri bombardımanına tutulup haksızlık edildiğini düşündüğüm mustafa’yı izlerken; hiçbir şeyi olmayan, kalmamış bir halktan yarattıklarıyla bir kez daha gurur duydum. iyi bir arşiv çalışması yapıldığını inkar etmek mümkün değil. bu arşiv çalışmasının en önemli karakterlerinden biri de istanbul turlarımızdan tanıyacağınız rehberimiz saadet özen. ellerine sağlık arkadaşım…

aslında mustafa kemal’in yapılacaklar listesi bizimkilerden oldukça farklı tabii:

1. rejim cumhuriyet olacak.
2. latin alfabesine geçilecek.
3. herkesin şapka giymesi sağlanacak.
4. din ve devlet işleri birbirinden ayrılacak.

bizimkiler daha çok “su faturası yatırılacak, “bilmem kimin teklifi hazırlanacak” gibi havadan sudan şeyler. dolayısıyla gösterdiği cesarete hayran kalıyor insan evladı. hedef belirleyip, hedefe doğru yürümek, bu yürüme sırasında da önüne çıkan her engeli kaldırmak günün şartları gereğidir diyorum ben.

medyada çokça magazin malzemesi yapıldığı gibi “içki içmesini, sigara içmesini ve yalnızlığını çok vurgulamışlar” sığ tezinin de tam karşısında duruyorum. en tepedeki adamın yalnız olmasından daha olağan bir şey göremiyorum. eğer arkadaşınız yarın, henüz savaştan çıkmış fakir bir ülkede cumhuriyet ilan etmeyi planlıyorsa, zaten sizinle olan paylaşımı da azalmaz mı? çünkü ben olsam “paşam biraz daha rakı koyiyim mi?” noktasında kalırdım sanırım…

içkiye ve sigaraya takılanların da -ne zaman bu kadar tutucu olduğunu bir türlü çözemediğim- aydın geçinen kesim olduğunu fark ediyorum hep. bu zamanda bunlardan bahsetmek doğru muymuş? yahu biz zaten mustafa kemal’in ağzına sigara koymayan ve asla içki içmeyen, namazında niyazında bir adam olduğunu mu zannediyorduk ki? kaldı ki o zamanı bu zamanı mı var? en karanlık zamanlarımızdayız, içki içen, oldukça çapkın, bolca sigara içen bir adam kurtardı bizi yaban ellerin esirliğinden. bu da herkese kapak olsun… hadi bakalım…

ikinci filmim “devrim arabaları”ydı. 60 yıllarda gençliğini yaşamış herkese imrenirim ben. o yılların renklerini, kıyafetlerini, düşünce şeklini, hayata bakışını bir başka bulurum hep. o yüzden de büyük bir heyecan içinde izledim filmi.

yurttaşlık bilinciyle, azimle ve cesaretle başlanan bir projenin nasıl da hiç tezahürat almadan rafa kaldırıldığını izledim.

benzini bittiği için yolda duruveren “devrim”i neden halkımız sırtında taşımadı? bundan 48 yıl önce yürüyen, türkçe göstergeleri olan, oldukça da sevimli bir otomobil yapan türk mühendislerimizin isimleri tarihe neden altın harflerle yazılmadı? köstek olmaya çalışan herkesi neden yuhalamadık? neden dışarıya bağımlı olmayı bu denli seviyoruz? neden (filmde de değinildiği gibi) “hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözünü durmadan haklı çıkarıyoruz?

ben bu filmi çok severek, hüzünlenerek hatta ağlayarak, kalbim normal ritminin dışına çıkarak, gülümseyerek izledim. üstelik bir gün çocuğum olursa adını devrim koymaya karar verdim. eski ve güzel günlerin anısına… devletin mesai paralarını geri veren işçilerin olduğu, sonucunda bir şey çıkmayacağını bilseler bile hevesle çalışan mühendislerin olduğu, birbirine sahip çıkan ve insancıl bir toplum olduğumuz günlerin anısına…