31 Aralık 2015 Perşembe

şu elimde görmüş olduğunuz kalp



sevgili ablalarım abilerim, saygıdeğer büyüklerim, canım kardeşlerim;

şu elimde görmüş olduğunuz kalp sevmek için yaratılmıştır. değerini bilene, bila bedel verilecektir.
evet doğrudur solgun biraz, biraz da yorgun ama güzel abim o kadar çok yalan duydu ki, solmasın da ne yapsın?
evet doğrudur kendisine giden damarlarda bir tıkanma oldu ama sonra açtık, şimdi tıkır tıkır maşallah...

şimdi güzel ablam, bu kalbi önce elimize alıyor ve bolca seviyoruz. aman sakın yalan konuşmuyoruz, ertesi güne çıkmaz alimallah.
elinden tutuyoruz, dost meclisleri kurup muhabbet ediyoruz, gülüp eğleniyoruz. ablam bak sen bu kalbi bir sev, sonra sırtın yere gelmez.
zaten hayat dediğin nedir ki? ne zaman alacak bizi cenab'ı hak, belli mi? o zaman eğleneceksin sonuna kadar. hiç düşünmeyeceksin bu kalple olur mu? bu kalp bana uygun mu? bu kalple mi geçecek ömrümüz? seveceksin, gerisini yukarıya havale edeceksin.

neyse ablam, nerede kalmıştık? bu kalp uğurludur, bak bunu sev, işlerin açılır, paralar gelir. ne hastalık kalır, ne umutsuzluk. her sabah dudağından bir öpücük alıyorsun, şekere tansiyona birebir. tuttuğun takım şampiyon olmazsa, ben her öğlen buradayım abla, geri getir.

bu elimde görmüş olduğunuz kalp var bu kalp, çok badireler atlattı. biz "çekil biraz köşene, dinlen, torunlarınla ilgilen" dedik. ama yok, dinletemedik. zor nefes alıyordu ama işine de gitti, eşe dosta, akrabaya da gitti, ojesini rujunu da sürdü. güzel kalp vesselam.

bu kalp güzel sever ablam. bir sever ki; kendini 90. dakikada gol atmış, bütün tribünleri sevinç gözyaşlarına boğmuş sanırsın. öyle bir sever ki; kitabın 40. baskıyı yapmış sanırsın. öyle bir sever ki; kendini hiç ölmeyecekmiş sanırsın.

oooo saat kaç olmuş.

evet var mı talibi? yok mu seven?

29 Aralık 2015 Salı

3 Aralık 2015 Perşembe

marifet



bak dostum, ben hikayesini anlatan herkese inanırım. yatakta sarılırken verilen sözlere inanırım. yüzünü boynuna gömüp, koklayarak uyumalara, gece uyanıp öpmelere inanırım. bir koltuğa sıkışıp televizyon izlemeye inanırım. büyük pırlanta yüzüklere, havuzlu villalara, pahalı arabalara inanmam. sabah fırına gidilip simit alınmış mı ona bakarım. gelirken bakkaldan kabuklu fıstık, nutella, su ve çok tahıllı ekmek alınmış mı ona bakarım.

yürüdüğüm yollar dümdüz değildi hiç, hep tümsek, çukur ve zorluklarla boğuştum. hiç düşmedim mi sanıyorsun? düştüm, yara bere içinde dizlerim. ama hep kalktım.

yolda giderken hep iyi insanlarla mı karşılaştım sanıyorsun? hayır. ama dersimi alıp, yanından yürüyüp geçtim.

acı görmedim, ölüm görmedim, yoksulluk, yoksunluk görmedim mi sanıyorsun? gördüm. ama altında ezilmedim. yaşam devam ediyordu, ben de ettim.

hastalık geçirmedim, yataklara düşmedim mi sanıyorsun? en nadir hastalıkları seçtim ki zor teşhis edilsin. ama iyileştim.

aşık olmadım, yere çakılmadım, kalbim kırılmadı, sevmedim mi sanıyorsun? gökyüzüne çıktım be kanatlarımla, sen ne diyorsun? o aynı kanatlarla yere bir inişim vardı, yemin ederim filmlere konu olur. sevmek de neymiş, kalbimi avuçlarına bıraktım. bıraktım ama o kalbi nasıl ezip, tekmelediklerini de gördüm kendi gözlerimle. peki vaz mı geçeyim şimdi aşktan, sevdadan? geçmem...

sen yüzümdeki çizgileri, hep hüzünden mi sandın? hayır değil, gülmekten onlar.

marifet; sorunsuz, suya sabuna dokunmayan, kalbin kadar temiz(!) bir hayat yaşamakta değil dostum. marifet, seni savuran ve dahi yerden yere vuran rüzgara karşı ayakta durabilmekte... marifet; rüzgarda düşüp kafayı gözü de yarsan, ağzına burnuna toz toprak da girse direnmekte...

marifet; 90 dakika boyunca ağlarına hiç şut çekilmeyen kaleci olmakta değil, gelen topu kurtaran kaleci olmakta...


19 Kasım 2015 Perşembe

ne zaman geçer?

sanırsın bir büyük içtim. hafızam, filmlerdeki gibi süratle bir tünelden geçiyor geçmişime doğru. 3 - 4 yaşındayım, babam askerden gelmiş, sokakta oyun oynuyorum ve saçsız, sakalsız babamdan korkuyorum. 7 yaşındayım, okul yolundaki, koca boş arsanın eskinden prensesin sarayı olduğunu hayal ediyorum ve ders çıkışında sürekli o parlak tacı arıyorum. 12 yaşındayım, okulun müdiresini hakkımda dedikodu yaparken duyuyorum, "çok mübalağlı hareketleri var" diyor benim için, 1 hafta elimi kolumu oynatmadan konuşmaya çalışıyorum. 15 yaşındayım, diskoda kıyafet balosuna gidiyorum ama halk oyunları kıyafetlerimle, utanıyorum. 18 yaşındayım, seviyor. 24 yaşındayım, kalbim kırılıyor. 28 yaşındayım, iş hayatı hırpalıyor. 35 yaşındayım, hayallerimin yarısını bile gerçekleştirememişim. 38 yaşındayım, kalbim kırık ama umudum var.

- gel bakalım küçük diren, otur yanıma da biraz dertleşelim. anlat bakalım. niye ağladın?

- gitti.

- kim gitti?

- oynuyorduk burada.

- niye gitti?

- benimle oynamak istemiyormuş.

- başka oyun arkadaşları bulursun.

- istemiyorum.

- niye seninle oynamak istemiyormuş?

- başka arkadaşlarla oynayacakmış. sıkılmış benden.

- böyle mi dedi sana?

- evet. sevmiyormuş artık benimle oynamayı.

- bir tek o mu var oynayacak?

- hayır ama en güzel o oynuyor.

- belki en güzel o oynamıyordur?

- bilmiyorum.

- sana uçan balon alalım mı?

- hayır.

- neden?

- uçup gider.

- gitsin, gökyüzüne gidecek.

- gitmesin.

- dondurma yer misin?

- yok.

- belki seni üzdüğünü farkına varmamıştır bunları söylerken?

- giderken beni itip yere düşürdü ama.

- hmmm, pek güzel bir hareket olmamış o. belki de kötü bir arkadaştır.

- bebeklikten arkadaşız biz onunla. kötü değil o.

- ama seni itmiş yere düşürmüş.

- ....

- gel yürüyelim biraz. bu top senin mi?

- yok, ikimizin. harçlıklarımızı biriktirip aldık.

- ağlama artık.

- ağlamıyorum. gözüme bir şey kaçtı.

- hadi sil gözyaşlarını, seni annene götüreyim.

- istemiyorum. biz o'nunla hep akşama kadar oynardık, hiç eve gitmezdik. hep oynardık. annemler çağırırdı, yine de gitmezdik. dondurma yerdik, topla da oynardık. aşağı mahalleye kaçardık. oradaki çocuklarla savaşırdık. bir keresinde kafama taş gelmişti de, bütün çocukları dövmüştü. sonra "ben varken sana kimse bir şey yapamaz" demişti.

- sana kimse bir şey yapamaz zaten.

- o varken korkmazdım ben, dere kenarına bile inerdik. bir keresinde suya ayağımızı bile sokmuştuk. soğuktu ama hırkasını verdi bana.

- yine inersin dere kenarına, tek başına inersin, olmaz mı?

- üşürsem?

- sıkı giyinirsin.

- niye sıkıldı ki?

- bilmiyorum.

- ben güzel miyim?

- güzelsin tabii, çok güzelsin.

- saçlarım mı çirkin?

- hayır, her yerin güzel.

- bir keresinde ellerim boyanmıştı, "çok çirkin oldun" dedi.

- öyle demek istememiştir.

- büyüyünce üzüntüm geçer mi?

- geçer.

- ne zaman büyürüm?

- istediğin zaman.

- hemen büyüyim o zaman.

- ah bu erkekler, kızları hep çalışmadıkları yerden üzüyorlar.

- hı

- yok bir şey, hadi annen merak eder.

18 Kasım 2015 Çarşamba

t'siz...

- hişt! sen. gel böyle. o elindeki ne?
- ses kayıt cihazı
- ne yapıyorsun onla?
- söylediklerini kaydediyorum
- niçin?
- enteresan geldi
- adın ne?
- emrah
- emrah ne?
- serbes. sonunda t yok
- memnun oldum. ben de saffet semerci. benim de sonumda hiçbir şey yok. peki, sen ne iş yaparsın sonunda t olmayan emrah serbes?
- öğrenciyim
- bugün ne öğrendin?
- italyanca seni seviyorum demeyi
- italyan bir sevgilin mi var?
- hayır, ispanyol dilinde okuyan bir kız var
- niye ispanyolcasını öğrenmedin o zaman?
- bütün dillerin temeli italyanca dediler
- o da seni seviyor mu?
- hayır, ne münasebet

emrah serbes (t'siz)

11 Kasım 2015 Çarşamba

acı...

bir ara şöyle yazmışım:

...lanet olsun ki; acı bir başına yaşanan bir duygu. keşke dağıtabilsem arkadaşlarıma parça parça. ama yok, illa yapayalnız çekeceksin. illa kanını yerden kendin temizleyeceksin. illa kendin sileceksin gözyaşlarını. illa bacaklarını çekip karnına yattığında soğuk yatağa, yalnız olacaksın. illa tek başına uyanacak, tek başına ağlayacaksın duşta. kimse merhemin değil, kimse dermanın değil, kimse acını hafifleten değil. bu hayattaki sevinçlerin hepsini paylaşabilirsin. gülümsemek, gülmek, kahkaha hepsi kalabalıkken daha güzel ama acı var ya acı, işte o tek.
acı, nefesini keser, aklını uyuşturur. acı, ellerini kollarını bağlar. acı, gözlerini yakar. acı, saçlarının dibinden başlar ve ayak parmak uçlarına kadar sarar seni. acı, kulaklarını zonklatır, başını döndürür. acı, bıçağı karnına saplar ama sonra bir de içerde çevirir ki daha çok kan aksın. acı, seni alır bir duvara vurur, sonra alır diğer duvara vurur. acı, karartır. acı, senden parçalar koparır. acı, yetiştirip güzelleştirdiğin her türlü duyguyu alır, şöyle bir sallar, üzerine tükürür. acı, kör eder. acı konuşturmaz. acı seni alır, “cehennem burası bebeğim” der, bırakır…

melisa kesmez de kitabında şöyle yazmış:

bin kere anlattığım, onların da bin kere nasihatleriyle taçlandırdığı aynı konu. işe yaramaz, kendi dahil kimseye faydası olmayan bir adamla birlikteyim. saplanıp kaldım ona. bir adım ötesi yok. varsa uçurum. bırakamıyorum. onların durduğu yerden tek bir ayrılık kararıyla çözülecek basit bir sorun bu. benim baktığım yerden, uzun süredir katlandığım, çıkış yolunda defalarca kaybolduğum, içinde kalmaya kendimi kim bilir kaç kere ikna ettiğim, çok bilinmeyenli bir denklem. çaresi elbette onların önerdiği gibi ayrılık falan değil.
....
hayatlarında hiç yalnız kalmamış kadınlar beni anlar mı peki? işe yaramaz da olsa o gidince hayatın ne biçim tenhalaşacağını, kız arkadaşlarının doluluğu içinde sana bir pazar günlerini ayırma ihtimalinin yılda en fazla 3, bilemedin 4 olduğunu kimse bilmiyor mu? bu kadınlar hiç duymamışlar mı eşyanın sesini "evde bir nefes olsa keşke" diye iç geçirdikleri tenha bir pazar gecesinde? sırf o nefes sesinin hatrına, insan nelere katlanır bilirler mi? hayatlarında hep doğru ata oynamış kadınlar için her şey ne kolay. benim gibi daha ilk yüz metrede kaybedeceği aşikar, düz yolda yürümesini bile beceremeyen, atlara düşkün biri için hayat çok farklı bir yer....
(atları bağlayın geceyi burada geçireceğiz kitabından)

şimdi de şöyle bir ekleme yapıyorum:

acı, zamanla izlerini kaybettiriyor. yaralar, zamanla (başka bir şeyle değil, sadece zamanla) kapanıyor, kabuk bağlıyor. kelimeler ve anılar hafızadan birer birer uçuyor. beyin, devreye giriyor ve kalbi şöyle hafifçe sağa doğru itip, kral koltuğuna oturuyor. hayatının boşlukları hızla doluyor. artık sevmediğinden ya da her şeyi unuttuğundan değil. acı çekmenin sonu olmadığından, dünya dönmeye devam ettiğinden, kendini sevdiğinden ve bunun hata olmadığını bildiğinden...

aşk güzel şey dostum. ne demiş; aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır.
o zaman "aşk"a ve karnımızdaki kelebeklere içelim bu akşam.

2 Kasım 2015 Pazartesi

hezimet sonrası lizbon iyi geldi...

nasıl da hızla uzaklaştım ülke gündeminden. hop lizbon'dayım... dünkü seçim hezimetinin net sonuçlarını bile bilmiyorum. nasıl kaçarak geldim, anlatamam...

5 ay önce siyaseten yakaladığım "umut" ve dahi "mutluluk" yerini inanılmaz bir endişe ve umutsuzluğa bıraktı. al buraya da yazıyorum; ben mücadeleyi bıraktım.
daha da benden kimse memleket adına sokaklara çıkmamı, halk adına savaşmamı, ülkeye kardeşlik ve aydınlık tohumları ekmemi beklemesin. hayır zaten bekleyen yok da, talep falan gelirse diye dedim.

şimdi elin portekiz'inde, maçtan başka bir şey düşünmeyen bir grup insanla beraber, saat farkının da verdiği kafa bulanması ve 40 derece ateşle oturuyorum. yıllardır hastalık yüzü görmeyen bu bünye, politik hayal kırıklığı nedeniyle 2. kez yataklara düşüyor. bir keresinde de, açılış konuşması sırasında erdoğan'a 20 metre kadar yaklaşıp, o gelirken ayağa kalkmak zorunda kaldım diye 1 hafta kafamı yataktan kaldıramamıştım. büyük bir çaresizlik hissediyor insan.

portekiz insanı rahat, şarapları güzel, havası yumuşak, sokakları keyifli. bundan sonraki günlerde 5 seyahat bekliyor beni. bir soğuk bir sıcak şoka sokacağım kendimi. dubai'de deniz girip, berlin'de kartopu oynayacağım.

bunları yazarken bile beynimin bir tarafı ülkede olanları kabul edemiyor. uyuşturmak ve unutmak istiyorum.

bir kadeh daha?

27 Ekim 2015 Salı

etiketi kesmiş...


hahaahahaa, buna hep çok gülerim.

ışıklı kadınlara...


bazı kadınların büyüsü vardır. kapılır ve onun hayatını yaşarsın. onunla gülersin, rakı içersin, ondan beslenirsin, sabaha kadar konuşursun. güzelmiş, çirkinmiş, şişmanmış, kariyeri varmış, hiç fark etmez, onların ışığı vardır, kendine özgüdür. güzeldir o kadınlar. sevin o kadınları. kalbini kırıp, darmadağın etmeyin. güvenin onlara, kendinize benzetmeye çalışmayın.

canım ışıklı kadınlar; kendi mutluluğunuzu başkalarının yaptıklarından değerlemeyin. hayır ben yaptım, iyi değil :) sonra toparlanması zaman alıyor ve bu zaman denen lanet pek de lehimize işlemiyor.

ben dünü geçirdiysem, artık her gün geçer...

o zaman dans, renk...

23 Ekim 2015 Cuma

alekta


son 1,5 aydır ayrılık, hastalık ve ölümlerle kararan içimi, törenle açıyorum.
gelsin buyursun bütün dünyanın derdi, bekliyorum.
el mi yaman bey mi yaman? :)

8 Ekim 2015 Perşembe

ne soğuk kelime; ölüm...

hayatıma bir şekilde değmiş insanları kaybetmek kalbimi acıtıyor.

bilmiyorum ki nasıl bir hayat yaşadı, işte sosyal medyadan gördüğüm bildiğim ne varsa o... oralara da üzüntülü, dertli, tasalı fotoğraflarımızı koymuyoruz. zannedersin sürekli bir parti halindeyiz, tatillerde çılgınca eğleniyoruz. metrobüslerde sürünen, kocasıyla kavga edip ayrı yatan, çocuğuyla tartışan, işinden kovulan kimse yok. herkes başarılı, herkes güzel, herkes arkadaşlarıyla hoş sohbette. kimse yalnız değil, kimse hasta değil...

ölüm, kimseye yakışmıyor ama çocuğa, gence, hayattan zevk almasını bilene ayrı bir yakışmıyor sanki. gençti çok. yeni bebeği olmuştu sanırım. son zamanlardaki yoğun üzüntü ve acı halimi bir kenara bırakıp, düşündüm... zaman kaybediyoruz zaman. hayatımızdan çalıyoruz. yaşam; aşkla güzel, dostlarla güzel, muhabbetle güzel. aslında çok basit; hafif ve güzel yaşa. güzel yaşamanın parayla pulla ilgisi yok. para; tüm dertlerin dermanı olsa; zengin insanlar terk edilmez, hastalanmaz, geç ölür ve hiç ağlamazdı.

bu gencecik kayıptan sonra, benim sözüm de şu olsun:

çay var içersen
ben var seversen
yol var gidersen


28 Temmuz 2015 Salı

gitsek...



gitsek biz... ege'ye... akşamları hafifçe esen rüzgarın saçlarının arasından geçip gittiği ege'ye... geceleri omzuna ince bir hırka aldığın ege'ye... taşı toprağı altın dedikleri bu kocaaaa istanbul şehrinden göçsek... trafiği bıraksak, dostları alsak; işi bıraksak, muhabbetlerimizi alsak; evi arabayı bıraksak, gülmelerimizi alsak; her şeyi bıraksak da sade kendimizi alsak...

bir meyhane bulsak kendimize; deniz kenarında. dört duvarı alsak, içine sevgimizi koysak... sakin, huzurlu... yemekler yapsak, dostları ağırlasak... balığı sen ayıklasan, salatayı ben yapsam... gülsek, gülsek, çok gülsek... rakımız, şarabımız olsa masada, bi de müziğimiz çalsa fonda...

bi oğlumuz olsa... bilgisayar oyunlarının adı yerine, ağaçların çiçeklerin adını bilse... saçları kum dolu, elleri pis gelse eve ama kalbi temiz olsa... matematiği zayıf, gönlü zengin olsa... omurgası sağlam, cesur ve sözünün eri olsa... adı ali olsa...



hayatın bir mücadele olmadığını, basit ve özgür yaşamanın da mümkün olduğunu, paranın hırsların bizi çok yorduğunu ve bunu hak etmediğimizi bi anlasak... çocukların kariyerden çok sevgiye ihtiyacı olduğunu bi anlasak... elele tutuşmanın, "bir" olmanın kalbi nasıl ısıttığını bi anlasak... beraber olup, omuz omuza verince dertlerin nasıl hafifleyeceğini bi anlasak...
her şeyin "aşk"tan olduğunu bi anlasak...

ah bi gitsek...

18 Temmuz 2015 Cumartesi

dedem, dido ve oruç üzerine

dedem, köy enstitüsünden mezun olunca, adapazarı'nın hicriye köyü'ne tayini çıkmış. dağların arasında, yemyeşil bir köy. anneannem, köyün dişçisi uzun süleyman'ın güzel kızı. dişçi dediysem, mektepli değil, alaylı... yalnız anneannem sıradan güzellikte değil o vakitler, hollywood yıldızlarına taş çıkaran bir gürcü kızı. kız kardeşleriyle tarlaya gitmeler, tütün toplamalar, çeşme başında su doldurmalar falan derken dedem aşık olmuş anneanneme.
uzun dede süleyman zorluk çıkarmadan vermiş anneannemi, yakışıklı öğretmen damada.

anneannem kasabaya hevesli, hemen arifiye'ye taşınmışlar. dedem öğretmenliğe devam etmiş, anneannem evi çekip çevirmiş. önce annem, sonra dayım olmuş. onların peşinde, bir ömrü beraber geçirmişler.

dedem sinirli adamdır, anneannem kardeşleriyle gürcüce konuşunca "türkçe konuşun" diye bağırırdı. sayesinde ne annem ne ben gürcüce bilmiyoruz. anneannem, hala gizli bir şey söylecek olsa, hop gürcüceye döner, o ayrı...

disiplin, tertip, düzen, temizlik dedemdir bizde. annem anlatır; her cumartesi öğleden sonra sinemaya götürürmüş aileyi. bir hafta türk bir hafta yabancı filme... aslında şöyle anlatsam daha net olur; ben 38 yaşındayım, hala her bayram harçlık veriyorlar.

annemler beni yaz aylarının belli kısmında anneannemlere gönderirdi, bir aya yakın kalırdım. yine o zamanlar ramazan, yaza gelmiş demek ki; ben oruç tutacağım diye tutturdum. küçüğüm, aç bırakmak olmaz. "tamam" dedi anneannem, hevesimi de kırmak istemedi heralde. "yalnız siz çocuk orucu tutuyorsunuz, bizimki gibi değil, sen kahvaltını edeceksin, öğle yemeğini yiyeceksin, akşam bizimle iftar yapacaksın, ama aralarda abur cubur yemek yok, sizin oruç böyle" dedi. ilk ve son orucumu öyle tuttum.

o dede evinde geçen yaz akşamlarında, en büyük eğlencem, akşam bana getirilecek olan gofretti. dido. 38 senelik dedelik hayatında bir kere bile bana dido getirmeyi aksatmadı.

bugün benim doğum günüm; bu seneki dileğim dedeme olsun:
ömrün uzun olsun, ailemizin direği, seni seviyorum...

9 Haziran 2015 Salı

aşkın basit halleri

aynı anda birbirine bakıp gülmektir aşk...
saçlarını taraması, sen iş yaparken, peşinde dolanıp o gün olanları anlatmaya devam etmesidir aşk...
deniz kenarında sessizce oturup, hiç konuşmamak ve kitap okumaktır aşk...
5000 km öteden, yanında olduğunu hissetmektir aşk ve geceleri arkasından sarılmaktır...
o'na çikolata zulalarının itirafını yapmaktır aşk...
balkonda dizlerin birbirine değerek, sigara içmektir...
tek kişilik koltukta, sıkışarak iki kişi yatmaya çalışmaktır...
televizyon izleyip, kabuklu fıstık yemektir aşk...
"şimşekten korktun mu?" diye aramak, "kapıyı kilitledin mi?" diye sormaktır...
gerisi fasa fisodur...

bir iyimserlik havası...



geçen pazar, kendimce debelendiğim siyasi hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. hatta tek mutlu günüydü. ülkenin %13'ü oyunu barış ve umuttan yana kullandı. insan böyle bir zaferden sonra bir kelebek gibi kalkıyor yataktan, yüzde bir gülümseme, dünyaya bir pozitif bakma, bir "her şey düzelir" iyimserliği, metrobüste omuz atmak yerine yer vermeler, işten eve giderken şarkı söylemeler, tanımadıklarına selam vermeler falan...
umarım bu büyülü iyimserlik havası sürer, çok bıkmışız öfkeli siyasetten, ayar vermelerden ve ötekileştirilmekten.

seçim öncesi şöyle bir yazı yazmıştım;

yarın seçim günü; 35 saat kadar sonra, ülke 5 yıl daha karanlığa mı gömülüyor, yoksa umutlar mı yeşerecek mecliste öğrenmiş olacağız.

son 2-3 aylık seçim sürecinde bütün partilerin şarkılı parti otobüslerden ayrı ayrı nefret ettim. bayrak ve billboard kirliliğinde ise kimse akp'nin eline su dökemezdi. umarım bir sonraki seçimlerde bu pazarlama faaliyetleri rafa kalkar.

chp'nin "iktidarı kötüle" kampanyası yerini "projelerini anlat"a bırakmış. kendi adıma chp'yi yüzde kaç oy alırsa alsın seçimin kazananlarından görüyorum. ayrıca kılıçdaroğlu'nun diyarbakır'daki patlama sonrası demirtaş'ı arayıp geçmiş olsun demesi ve bizim buna şaşırmamız, siyasette nasıl temiz ve iyi insanlara ihtiyaç olduğunu bir kez daha yüzümüze vuruyor.

bu seçim sürecinin en baba kaybedenleri; öfkeli erdoğan ve gönlünde yatan aslan akp'dir. tüm seçim kampanyasını bir ton yalan üzerine kurdu. halkın gerçekten 3 katlı köprülere, sahte açılışlara ve kendi uçağımızı yaptığımıza inanacağını zannettiler. insanların zorla mitinglere götürülmesi, onca medya desteğine ve paraya rağmen hala kitlelelerin yüzünde coşkudan çok, korku ifadesi olması da cabası... bu ülkede akp'nin herkesin gözleri önünde yükselişini de, aşağı doğru inişini de gördük/görüyoruz. çok uzun sürdü o ayrı frown emoticon

bu seçim sürecinin kazananı ise bana göre tartışmasız demirtaş ve hdp. memleketin dört bir yanındaki saldırı, aşağılama ve tehditler bir kenara, insanları yaraladılar, dahi öldürdüler. demirtaş çıktığı her yerde çoğulcu demokrasiden ve parti programından bahsetti, tane tane anlattı, kafası karışık herkesin sorularına cevap verdi. mitinglerde ve sosyal medyada mizahı iyi kullandı, beğenen beğenmeyen herkesin yüzünü güldürdü. rakiplerine karşı da, içinden çıktığı halkına karşı da hep çok zarifti. mücadeleden geldiği ve çok bilgili olduğu açıktı. her konuda bir fikri vardı ve samimiydi.

dünkü patlamalardan sonra, demirtaş'ın yaptığı açıklamaları mutlaka dinlemenizi isterim. kopan kollar ve bacaklardan sonra, 4 ölü bedenden sonra, o halkı (100 yıldır resmi olarak ezilen ve devlet eliyle bastırılmış bir halkı) kimse o kadar sakin tutamazdı. ağladı, "sabır" dedi, "öfkenize yenilmeyin" dedi, "hesabını demokratik yollarla soracağız" dedi.
sizden benden daha çok istiyor oradaki halk barışı. çok bedel ödediler ve yazık ki yine bedel ödemeye devam edecekler. çünkü barış, savaştan daha zor bu topraklarda.

biz ülkenin batısındakiler olarak, kardeş ellerimizi uzatmazsak bu savaş bitmez. silahla, topla, tüfekle denediler. oldu mu? binlerce çocuk öldü. kimin çocukları onlar? hakkari'deki annenin ya da izmir'deki bir babanın... ama asla bir bürokratın ya da zengin ailelerin çocukları değil. eğri oturup doğru konuşalım, şehit cenazeleri nişantaşı camii'nden mi kalkıyor?

hdp, meclise girmeli. girmeli ki barıştan yana bir şansımız olsun. ben bu ülkeden umudumu kesmedim. kesemiyorum çünkü başka türlü nasıl yaşanır bilmiyorum. biz son senelerin siyasetinde çok çirkin pazarlıklar gördük. gezi'de, reyhanlı'da, roboski'de insanlar göz göre göre öldürüldü. tırlarla pis bir savaşa silahlar gönderdik. artık vicdanlı birileri bunların hesabını sorsun istiyorum mecliste.
birisi çıkıp "burası babanın çiftliği değil" desin istiyorum.

o yüzden oyum hdp'ye... hem de en gönülden gelerek...

29 Nisan 2015 Çarşamba

neşter ve özgürlük

küçüğüm, dediler ki "dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey". ben de oturdum sevdim. önüme geleni, kocaman kocaman, fütursuzca sevdim. can dostlarımı, adayı, ailemi, sevgililerimi, yeşili, denizi, kendimi, çikolatayı, istanbul'u, evimi, biber dolmayı... sevdim...

geçen cumartesiydi; hayatta beni en iyi bilen 3 kişi, evin ortasında, ameliyat masasında, benim ciğerimi açtı. aldılar neşteri ellerine, incecik bir çizgi çektiler göğsümden aşağı, canım hiç yanmadı. göğsümden aşağı, neşterle açarken beni, sordular... anlattım... yine sordular... daha da anlattım...
"korkma, biz yanındayız, hadi beraber çözelim, gerçek her ne olursa olsun, biz varız" dediler.
ellerim üşüdü, tuttular.
"bilmiyorum, bulamıyorum, çok karanlık" dedim, "sesimize gel, burası aydınlık" dediler.
"yürüyemem, halim yok, çok yorgunum" dedim, koluma girdiler, beraber yürüdük.
"neden böyleyim?" dedim. "olduğun gibi güzelsin" dediler.
ağladım, gözyaşımı sildiler. güldüm, daha çok güldürdüler.
"rüya bu, çok saçma bunlar" dedim. "gerçekle rüya arasında sandığın kadar büyük uçurumlar yok belki de" dediler.
"nasıl geldim bu konuya şimdi ben?" dedim. "belki de hep o konudaydın" dediler.

insanın kalbine doğrudan bakan insanlar olması ne güzel... şimdi daha güzel hayat. istediğim kadar düşüp, istediğim kadar hata yapabilirim. herşeyi berbat edip, habire yanlış kararlar verebilirim... işte asıl özgürlük bu.

14 Mart 2015 Cumartesi

hayat, arkadaşları ihmal edecek kadar uzun değil...

aradılar, hastaneye gittim. halsizdi, yorgundu...
düşündüm de uzun süredir görmemiştim, bir kahve içimlik bile buluşmamıştık. son gördüğümden beri evlenmişti, hastalanmıştı, iyileşmişti, belki bilmediğim neler neler olmuştu. belki çok sevinmişti bir şeylere, belki çok üzülmüştü ama ben bilmedim. iş dedim, "eve gideyim, sonra halim olursa çıkar, görüşürüm" dedim, "başka plan yaptım" dedim, bazen telefonu bile açmadım, erteledim, iptal ettim.
hayat, kendini işe adayacak ya da arkadaşlarını ihmal edecek kadar uzun değil.
lanet olsun bizi eve çoook yorgun getiren işlere :(
çabuk iyileş aco...