26 Aralık 2009 Cumartesi

iyi gelmedi...

bu yıl, yanlış kararlar, hayal kırıklıkları ve bağdat'tan dönen hesaplar yılıydı... iş değiştirme kararı, tuhaf bir şehir değiştirme hikayesi, tekrar yeni bir iş yaratma ve alışma olayı, yalnızlığımın yerini birlikte yaşama bırakması ve yuvaya dönüş... astrolojik olarak bakarsak "yıldızım düşüktü şekerim"... :)

ama tüm bunlara rağmen 2009'un bana getirdiği en harika şey "aşk"tı... değiştiren, dönüştüren, büyüten, şımartan, emek verilen, gülümseten, sürprizli aşk...

seni çok seviyorum canım... sen benim sabahları uyandığımda ilk hatırladığımsın, sesini duymadan yapamadığımsın... hediyemsin... dilerim 2010 da, geri kalan yaşamım da seninle geçsin... bu da benim yeni yıldan dileğim olsun :)

filmler filmler...





bu aralar türk filmi orgazmı yaşıyorum... 2009'un son günlerinde harika filmlere gittim. bornova bornova ve neşeli hayat'la başladım, başka dilde aşk ve vavien'le devam ettim, son olarak da acı aşk'ı gördüm... hepsini kişisel dvd arşivime de katmalı ve sıkıldıkça izlemeliyim...

bornova bornova'daki oyunculuklara ve mahalle havasına;
neşeli hayat'ın hüznüne ve ince esprilerine;
başka dilde aşk'taki mert fırat'a ve filmin söylediklerine;
vavien'deki senaryoya ve filmin sadeliğine;

bayıldım gerçekten... dilerim 2010'da daha da iyi filmler izleyelim...

17 Aralık 2009 Perşembe

tekel işçileri direniyor, faşist polis copluyor...


haberler korkunç... izlerken utanıyorum... tekel işçileri 3 gündür ankara'da direniyor, polisse evinde, özel hayatında ya da başka noktalardaki hırsını işçilerden çıkarıyor. vuruyor, kırıyor, biber gazı sıkıyor, copluyor, insanları yerde sürüklüyor, bu kış gününde suların içine atıyor, üzerine su sıkıyor...

yıllardır aramızda konuştuğumuz bir konudur; işkenceciler ya da meydanda acımasızca cop sallayan polis, evinde, ailesine karşı nasıldır? Mesela işi bitip, evine gidince oğlunun başını okşayıp, karısıyla sofrada muhabbet ediyor mudur? haftasonları kızını alıp parka gidiyor mudur? gece yatakta karısının yanağını okşayıp, gün içinde olanları anlatıyor mudur? televizyonda hulusi kentmenli filmleri izlerken gözleri nemleniyor mudur? arkadaşlarıyla sohbet ederken sıkı bir fıkra anlatıp, çevresini kahkahaya boğuyor mudur? pazar günleri ailesini alıp mangala gidiyor mudur?

ben insanın bambaşka iki karakter olabileceğine inanmıyorum. birinin mutlaka sahtekarca olduğunu düşünüyorum. gündüz hakkını arayan işçilerin kafasına copla hunharca vuracaksın, yere düşenlere tekme atacaksın, akşama da iyi baba iyi koca olup, yastığa başını huzurlu koyacaksın... bu ikiyüzlülüktür, yalandır, sahtedir...

bugünkü eylemde ağzından salyalar akıtarak, insanlara saldıran polis tam da bu nedenle insanlıktan, iyiden, güzelden nasibini almamıştır... hatta bence "insan" bile değildir...

hükümet, eczacıların sözleşmelerini iptal ediyor, demiryolu işçilerini işten çıkarmaya devam ediyor, kürt açılımını yüzüne gözüne bulaştırıyor... köşeye sıkışmış bir kedi gibi tırmıklıyor, hırlıyor...

bu açgözlü ve sığ politikacılar kalbimi sıkıştırıyor... haberlerde işçileri hayretle izleyen insanlar, az sonra behlül'ün gözyaşlarıyla üzülüyor... unutuyor, önemsemiyor, üstelik bunu da alışkanlık haline getiriyor...

ülkemde olanları dehşetle izliyorum... izlerken utanıyorum... çok utanıyorum...

29 Ekim 2009 Perşembe

hocam, beni tanıdınız mı?

salı akşamı, sosyete restoranların birinde, afili yemeğimizi ısmarladık... muhabbet ediyoruz, şaraplarımızı yudumluyoruz, gençten bir delikanlı yanaştı masaya, kibarca "hocam?" dedi... haydaa... ben? hocam? beni biriyle karıştırdığını sandım. zira 20'lerini çoktan geçmiş birine öğretmenlik yapmış olamam, zaten işim bu değil... son 15 yıldır turizmciyim...

sonra devam etti... "heybeli" dedi, "ingilizce" dedi, "ben umut, bize okulda ingilizce öğretirdiniz" dedi... aman allahım... 10 sene öncesine gittim birden... o zaman adada bir dernek kurmuştuk, adı uzun ama yaptığı işler çok güzeldi. "adalı üniversiteli ve üniversiteli mezunlar derneği". haftada bir gün toplanıyoruz, gündem maddeleri, karar defterleri, toplu yemekler, yararlı işler... yararlı işlerden biri de; okulda dersleri iyi olmayan çocuklara haftasonları takviye dersleri vermekti. tam 2 sene aralıksız her haftasonu, okula gidip ders verdik hepimiz. kimimiz ingilizce, kimimiz matematik, fizik, üniversiteye hazırlık... yaptığım en iyi işlerden biriydi... iyi ki yaptık...

işte umut da o öğrencilerimden bir tanesi.... yıllardır anneme gelir, "hocam, beni tanıdınız mı? ben bilmem kim" derler, hayatımda ilk defa bana dendi... nasıl bir gurur ve sevinç anlatamam...

bu arada televizyonumuz sizlere ömür... yeni bir televizyon almak zorunda kaldık. ama o kadar olay oldu ki az önce ulaş "müsaitseniz televizyonunuza bir hayırlı olsuna geleceğiz" dedi :) vizontele hikayesine döndük...

30 Eylül 2009 Çarşamba

bir vapur yazısı...


83'te taşındık biz adaya... önceleri pek keyifli gelen vapur yolculukları bir noktadan sonra çok zorlamaya başladı beni. martılara simit atma, günün ilk çayını sigara eşliğinde içme, kabataş'tan 18:30'a binip, üst arka açıkta oturma şerefine erişme gibi güzelliklerden sonra, eve varma saatinin uzaması bir sorun haline gelmeye başladı. yorgundum ve bir an önce eve varıp yemek yemek istiyordum. iş yerinden beraber ayrıldığım arkadaşlarım, evlerinde kahvelerini yudumlarken, ben daha vapurdan yeni inmiş eve yürüyor olurdum.

ada hayatım, küçükyalı'da aldığımız evle birlikte sona erdi. mutluluktan bir süre hiç gitmedim adaya. gece hayatım tavan yaptı, sabaha karşı 3-4 gibi eve gelmeler, arkadaşlarla uzun ve vapuru kaçırma kaygısı olmayan sohbetler, sabah geç kalkma lüksü... oh bir mesudum ki sormayın gitsin...

yıllar geçti, vapurlar hiç değişmedi... aynı vapurlar sadece biraz daha eskimiş olarak ,aynı yerleri aynı sürelerde gitmeye devam ettiler. zaman geçip teknoloji geliştikçe vapurlar daha hızlı olmadılar, adalılar daha rahat gidip gelmedi...

zamanla vapur büfelerdeki her ürün dinci kesimin gözdesi "ülker" marka oldu, iş dönüşü vapurlarında ikram edilen viskiler kalktı, tombalacılar gözden kayboldu... ülke gibi, vapurların da çehresi değişti... sigara yasağı ile adalıların vapur keyfi hepten kaçtı...

şimdi daha da tuhaf bir şey oldu... şehir hatları vapurları yerini motorlara bıraktı... koşa koşa iskeleye gidiyorsunuz, minicik bir motor, içinde onlarca insan, rahatsız koltuklarda, sıkışık düzende oturuyor... ülker sever büfeci, "4'leyelim beyler koltukları" diye bağırıyor, yanınıza koyduğunuz çantanızı mecbur kucağınıza alıyorsunuz, gürültüden birbirinizi duyup sohbet etmenize olanak yok. hem motor sesi hem de küçücük kapalı mekana tıkışan insanların bağırarak konuşması nedeniyle kitap okumanız bir mucize... gazeteyi yanınızdaki insanın burnuna değmemek için açamıyorsunuz, dışarı çıksanız rüzgar eteğinizi kafanıza çıkarıyor, saçınızı bozuyor, zaten de üşüyorsunuz... üsküdar - beşiktaş arasındaki 7 dakikayı bu şekilde gidebilirsiniz ama 1 saat bu ızdarap çekilir mi?

bu adalar'a verilen cezadır... çünkü bizim sandıklardan "ülker sever parti" çıkmadı...

madem öyle, size vapur yerine göt kadar motorlardan veriyoruz... size kayık gerek aslında kayık... itfaiyenin benzinini de vermiyoruz... yansın kül olsun güzelim ahşap evleriniz... deniz taksilere de söyleyeceğiz, size uğramasınlar... doğalgazınızı da keseceğiz, donun bütün kış...

bu gidişle adalardan size sittin sene oy çıkmaz... ya da...... çıkar bilemiyorum... ben anlamıyorum canım halkımı... daha hiç aynı fikirde olamadım ki çoğunlukla!!!

bakalım bu motor olayına da herşey gibi alışıp, konuyu kapatacak mıyız? yoksa ido adalıların sesine kulak verecek mi?

5 Eylül 2009 Cumartesi

sırf bu özgürlüğümüz olabilsin diye...

ıvır zıvırı bol, 36 bedenden 42 bedene kadar kıyafeti olan, hiç yoksa 40 çift ayakkabısı olan, yemek yapmadığı halde bütün mutfak eşyaları tam olan benim gibi biri için bunların tümünden ve evinden vazgeçmek kolay mı? evet çok kolay... çünkü önemli olan tek şey mutlu olmam... mutluluğum da bu 3 parça eşyaya bağlı değil... o nedenle de evimi, içindekilerle beraber burada, ordu'da bırakıyorum... hem de içim hiç cız etmeden... kendi boyadığım taburemden, annemin diktiği perdelere kadar, özel yaptırdığım koltuğumdan, kütüphaneme kadar herşeyimi...

artık bambaşka bir hayata geçiyorum, az eşyalı ve daha rahat hareket edebileceğim bir hayata... sadece gerekli olanlarla yaşamayı öğrenmek istiyorum... bir gün geldiğinde ve "hadi gidip, izlanda'da yaşayalım" dediğinde koşarak ve arkama bakmadan gidebilmeliyim... bir evi ev yapan benim çünkü... ve tekrar bir evi, kendime benzetebilirim :) süsleyip, yaşanılır kılabilirim...

kalan eşyalarım, depoda bir süreliğine uykuda olacak ama yeni hayatım için kalbim küt küt atıyor... bana istanbul'da ev çok, malum büyüdüğümüz yer :) bunca zaman "poşet poşet, ordan oraya yaşam" a karşı olan benim gibi biri için fazlaca değişik bir şekil olacak... ama eşyaya bağlanmamak gerek şu hayatta... hem de sırf sevdiğimiz başka bir noktada yepyeni bir hayata başlayabilmek için... sırf bu özgürlüğümüz olabilsin diye...

2 Eylül 2009 Çarşamba

dönüşe geçerken...

bugün çok umutlu ve mutlu bir yazı yazmak gelmedi içimden... dönmek için hazırlanıyorum. oteldeki işlerimi sonlandırmaya ve tamamlanmamış olanları devretmeye çalışıyorum. inşaatından beri çalıştığım otele bakıyorum, arkadaşlarımla konuşuyorum...

tüm nezaketimi koruyarak üstesinden gelmeye çalıştığım sorunlar beni çok bunaltmış meğer, o yüzden eve dönüşümü, dost yüzleri hasretle bekliyorum...

çünkü ben hakan'ın "dön artık" demesinin, iko'nun "gel artık, bu hasretlik yeter" demesinin taaa yüreklerinin derininden geldiğini çok iyi biliyorum. istifa ettiğim günün ertesi sabahı nasıl gülerek kahvaltı ettiğimizi çok iyi biliyorum. üstelik ne yapacağımı bilemeden, kafamda bir sürü soru işaretleri varken...

bunca zaman dost biriktirmişim ben, para yerine... aferin bana... hayatımda yaptığım en doğru hareket bu olsa gerek... benim hiç birikmiş param olmadı, iyi de harcarım olduğu zaman bu mereti :) ama şunu söyleyebilirim çok rahat; hiç pişmanlığım yok... iyi ki de varken harcamışım güzel güzel, iyi ki de gezip tozmuşum istanbul'u, iyi ki tatillerde yemişim bütün olanı, iyi ki de taksilerden inmemişim, restoranlarda bırakmışım bütün maaşımı...

esas olan mutluluk değil mi? ohhh, sefam olsun :)

31 Ağustos 2009 Pazartesi

istanbul'a dönüyorummmmmmm :))))


bu resim de 10 güne kadar istanbul'a döneceğim için verdiğim poz...

21 Ağustos 2009 Cuma

necla teyze'nin ardından...

"ne söylesen boş, ne yapsan boş" anlardan biri bu... ikocum, biricik annesini yitirdi... kayıplara alışmak iko'nun yaşamının bir parçası oldu son 10 yılda... bu sondu... artık daha az çalışacak, daha çok gezip, okuyup, hayattan keyif alacak... söz verdi :)

biz en sancılı dönemlerini beraber atlatmış kardeşleriz... şimdi tekrar yaralarımızı sarıp, acılarımıza ortak olacağız ve birbirimize sahip çıkacağız ki necla teyze'nin gözü arkada kalmasın...

ama en çok yemeklerini ve acayip deyimlerini özleyeceğim... burada yazmayı çok isterim ama bolca küfür var içinde, halbuki burası edepli bir blog :)

sevgili cecoş,

biliyorum izlediğini... kızın bize emanet, bilesin...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

yağmur üzerine...

çılgın bir yağmur vardı dün ordu sahilinde...
açık şemsiyeleri ve dışarda unutulan çamaşırları affetmedi... çok az gördüm böyle kızgın bir gökyüzü... ve o yağmurun altında kendimi suya attım, hem de hiç düşünmeden... su öyle ılık öyle güzeldi ki... ben yüzerken başıma yağmur yağdı :) ne büyük keyif... geçirdiğim en güzel akşamüstülerden biriydi...
çılgın bir yağmur vardı dün ordu sahilinde...

23 Temmuz 2009 Perşembe

19 Temmuz 2009 Pazar

iyi ki...

iyi ki içinde kendimi çok iyi hissettiğim ve çok severek döşediğim bir evim var...
iyi ki adada geçti çocukluğum...
iyi ki kardeş dostlarım var...
iyi ki kendi ayaklarım üzerinde durmayı çok önce öğrendim...
iyi ki çikolatayı bulmuşlar...
iyi ki annem bana "küçük kara balık"ı almış ve okumam için baskı yapmış...
iyi ki ailem hep yanımda oldu...
iyi ki istanbul'u tanıdım...
iyi ki çalıştığım yerleri ve patronları hep doğru seçtim...
iyi ki hatırladığımda gülümsediğim bir sürü anım var...
iyi ki kaş'ı gördüm...
iyi ki çillerim var...
iyi ki sağlığım yerinde...
iyi ki ufak şeylerle mutlu olmayı öğrendim...
iyi ki köln'e gittim...
iyi ki istanbul üniversitesi'nde okudum...

iyi ki o gün deniz otobüsüne bindim...
iyi ki aşık oldum...
iyi ki geldin...
iyi ki doğdum...

10 Temmuz 2009 Cuma

personel...

otele personel alırken, 'iş başvuru formu' düzenledim. hem iş geçmişini hem de kişisel bir takım özelliklerini öğrenebileceğim sorular koydum. sorulardan biri de:

- otelde başvurduğunuz pozisyon:
- talep ettiğiniz maaş:

başvuranlardan biri, istediği pozisyona "personel" yazmış.

şimdi ben bu arkadaşın şakacı biri olduğunu düşünerek almalı mıyım? yoksa bu formu yırtıp atmalı mıyım?

9 Temmuz 2009 Perşembe

panda...

o kadar çok güldüm ki; vaktim kısıtlı da olsa hemen yazıp çıkmalıyım :)

otelimizin adı "padya" ve biz butik bir oteliz... emniyet, otelde kalan müşterinin adını soyadını, kimlik bilgilerini hatta varsa yedi ceddini istiyor benden... hem de hergün... bunu da e mail yoluyla yapmanızı istiyorlar, neyse efendim sistemimizi kurduk... şifremiz, parolamız geldi... ancaaaak verdikleri kağıtta ismimiz şu şekilde geçiyor:

tesis adı : panda turizm aş, putik otel

dün bütün gün polis memuruna bir dondurma şirketi olmadığımızı, turizmde putik otel diye bir kavram olmadığını anlatmaya çalıştım. nuh dedi, peygamber demedi. araya hatırlı gönüllü kişileri soktuk da ancak kurtulduk "panda putik otel"den...

niye aramıyorsun? niye telefonlarımızı açmıyorsun? niye doğumgünümüzü unuttun? diye sitem eden ey sevgili dostlarım... nelerle uğraştığıma bakın, sonra kızın :)

22 Haziran 2009 Pazartesi

sıkıntılı günler...

önce güneş bunaltıyor, sonra 15 dakikalık bir yağmur yağıyor ve tekrar güneş açıyor... akşamları omzunda bir hırkayla çıkıyorsun dışarıya... geceleri üzerinde incecik bir pikeyle rahatlıkla uyuyabiliyorsun... ama yalnızlık diz boyu...

son günlerde içimde bir sıkıntı var... griler siyahlar var yüreğimde... olumlu düşünme yetimin bir kısmını, neşemin de çoğunu kaybettim... biri otelde diğeri yolda olmak üzere iki kere düşerek bunu iyice kanıtladım kendime... şu an dizimin üzerine ağırlık veremiyorum... aklım nerde bilmiyorum...

bulutların dağılması için bir rüzgara ihtiyacım var bu ara...

gel rüzgar gel gel gel gel...

31 Mayıs 2009 Pazar

şampiyon'a...


bir fenerbahçeli olarak önce beşiktaş'ın şampiyonluğunu, sonra da "çarşı" grubunun gönülden taraftarlığını kutluyorum...

ordu'dan haberler...



istanbul'un karmaşasına öyle kaptırmışız ki kendimizi; atm'den para çekerken tedirgin olmak normal, sırt çantamızı önümüze asarak yürümek normal, bir kahve ve yanındaki küçük kurabiyeye 15 lira vermek normal, eve alarm taktırmak normal, işe 1,5 saatte gitmek normal gelmeye başlamış...

o nedenle bu şehre ilk geldiğimde çok yadırgadım. evimle, işim arası yaklaşıııık 2 dakika... zaten en uzak mesafe 10 dakika... evden çıkarken her tarafı kilitlemek yerine, bütün balkon kapılarını açıyorum ki ev nefes alsın... şehirde belirgin bir güleryüz ve sakinlik hakim... hiç birşey için acele etmiyorlar... evlerin deniz ya da yeşil görmemesi acayip bir durum... bilmediğiniz bir yeri sorduğunuzda, sizinle beraber o yere kadar geliyorlar...

evim çatı katı olduğundan mıdır nedir, sabahın 5.inde uyanıyorum... zorla ancak 7'ye kadar uyuyabiliyorum, zira güneş tam da gözümün içine doğuyor... bu, bana çok zaman kazandırıyor olmakla beraber gece keyiflerim sona erdi...
(yukarıdaki resimler evimin manzarasıdır, söylemesi ayıp...)

otelin açılmasını hasretle bekliyorum, çalışmalar hızla devam ediyor... şehrin en güzel otelini yapıyoruz...

yolu karadeniz'e düşen tüm dostları bekliyorum...

29 Mayıs 2009 Cuma

özledim...

iko'nun hazırladığı kahvaltıları...
adada beyaz kısa kollu hırkalarıyla kocalarını vapurdan karşılayan kadınları...
bisiklet yolunda pedal çevirmeden bisiklete binmeyi...
babamla yaptığımız komik muhabbetleri...
denizatı'nda limonlu gazoz içmeyi...
fayton sesini...
sorumsuz çocukluk günlerimi...
küçükyalı'da evde yaptığımız "kız muhabbetleri"ni...
sürpriz doğumgünlerimi...
değirmen'de yakan top oynadığımız günleri...
güçlü görünmek zorunda olmadığım zamanları...
kaş'ı...
adada, mezarlık turunda topluca korktuğumuz anları...
sevdiğimi...
bostancı'daki evde yaşadığım huzurlu uykuları...
eve gelen davetsiz misafirleri...
sea side'daki türk gecelerini...
pacha tours'da maaş alamadığımız ve öğle yemeklerinde simit yiyip, parkta sohbet ettiğimiz günleri...
tünel'deki yüksek tavanlı evimi...
dostlarımı...
taksim'de cem karaca dinlediğimiz geceleri...
limanağzı'nda akşamüstü denize girmeyi...
lodos olduğu zaman sınavların ertelendiği okul günlerini...
ingilizce dersleri verip, harçlığımı çıkardığım zamanları...
diskoda eğlendikten sonra sıcak poğaça yemeyi...
vapur sesini...
martıların çığlık çığlığa bağırışlarını...
adayı...

özledim...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

köln'den ilginç manzaralar...


bu "evsiz"e bizde olsa asla para vermezler... köpeği, kitapları, yiyecekleri, günlük gazeteleri ile tam fotoğraflıktı...



dom katedrali'nden bir manzara... aa pardon dom gözükmüyor mu? hay allah....

köln hayvanat bahçesi


köln hayvanat bahçesi, gerçekten inanılmazdı... hayvanlar çok bakımlı ve "kısmen" özgürdü. bisiklet vazgeçilmez bir ulaşım aracı... çoluk, çocuk, yaşlı herkes bisiketin üzerinde... resimdeki ufaklık da bana poz verdi :)

11 Mayıs 2009 Pazartesi

ordu'nun dereleri yukarı mı akar? ve birkaç dosta selam sevgi...


bu hikayeye başlamadan önce pek çok kez yazdım, sildim cümleleri... nasıl anlatacağımı bilemedim bir türlü... son istanbul günlerimden, nakliye sürecinden ve ordu'daki ilk günlerimden oluşan bir dizi hazırladım en sonunda...

ben evimde çok misafirperver bir hatun değilim. gelenler çaylarını, sıcak soğuk istediklerini, çoğu zaman yemeklerini kendi hazırlarlar... buna da alışıklar, kızmıyorlar artık bana... ya tok gelip bana iş çıkarmıyorlar ya da kendileri hazırlamaya razı olarak giriyorlar balkonun kapısından... bir baktım son hafta elinde içkisi, sigarası ve atıştırmalıklarıyla pek çok dost yüz geldi balkondan... bana "hoşçakal" demeye... bana destek vermeye, "arkandayız diren" demeye... kalbim sıkıştığında arayıp konuşabileceğimi söylemeye... beni güldürüp neşelendirmeye, anılardan konuşmaya geldiler... hepsinin yüreğine sağlık... iyi ki varlar...

son güne kadar eşyalarımı toplayamadım ben... ayrılamadım hiç birinden... kutulara tıkamadım onları... gelmelerine 2-3 saat vardı, tuğçe ve tolay'ın binbir zorlukla getirdiği kutuları bantladım, kıyafetlerimi ve kırılacaklarımı topladım... sonra 5 tanımadığım adam girdi güzelim evime, çamurlu ayakkabılarıyla halılarıma basarak hoyratça kitaplarımı, dvdlerimi, yatağımı, dolabımı, makinalarımı topladılar... yabancı battaniyelere ve naylonlara sardılar... kamyona yükleyip yola çıktılar... ev bomboş kaldı... benden, iko'dan, yaşananlardan hiç bir parça kalmadı, duvardaki deliklerden başka...
o geceyi otelde geçirdik... soğuk bir otel odasıydı ama istanbul'daydı... yanımda sevdiğim adam vardı... bana ait bir ev olmadan geçirdiğim son istanbul gecesinde, huzursuzca uyudum. yeni hayatım nasıl olacak? işin altından kalkabilecek miyim? yeni şehre alışabilecek miyim? dostlarımdan uzaklaştığım için beni unutacaklar mı? yeni kariyer planı doğru işleyecek mi? istediklerimi yapmayı başarabilecek miyim? özlem nasıl bir duygu? burnumun direği sızladığında ne yapacağım? sevdiğim insanı yanımda götürebilir miyim acaba?

ama biliyorum artık... su akar yolunu bulur...

evimi taşıdım, boyattım, yerleştirdim, temizledim, süsledim, "diren'in evi" haline getirdim... canım annem herşeyin ucundan tuttu... o olmasa ne yapardım bilmiyorum... tek başıma yaşamaya hala hazır değilim belli oldu :) çıktım dışarı, eksikleri aldım, büyük caddelerde neler olup bittiğine baktım, dükkanları tanıdım, kafelerde oturdum, kuaförlerini denedim, insanlarla yemek yedim, konuştum... otelimin inşaatına gittim hergün, tek tek her tarafını gördüm, ezberledim, hayal ettim bittiği günleri...

yemyeşil ve güzel bir şehir ordu... ben ona hazırlanırken, o da bana hazırlansa iyi olur :) acayip fikirlerim var...

ben gelmeden gülen yüzleriyle yanımda olan dostlara teşekkürü bir borç bilirim :

hakanım, sevgilim, birtanem, gözümün nuru, kıymetlim... en zoru seni burda bırakmak... en zoru...

ececim, iyi ki dubai'den gelişine denk geldi de seninle başbaşa vakit geçirebildik... alışveriş kurdum benim... canım kardeşim...

selinim, rüzgar prensesimi göremedim ama iyi ki seninle görüşebildik... ne umduk, ne bulduk ama olsun benim kalbim hep seninle...

tuğçe & tolay, yerim ben sizi... tolaycım, votka süperdi, ellerine sağlık...

gizoşum, sen birtanesin... gülen yüzüne hastayım...

semiş & gönül, bize bayılıyorum... her şeyi konuşmamıza, herşeye gülebilmemize, hareketli anlatımlarımıza bayılıyorum :)

ikom, sana söyleyecek çok şeyim var... evimin direği, yemeklerin kraliçesi, derdimin ortağı... sensiz ev çok sessiz, diziler çok tatsız :))

şebocum, seni ordu'ya gelmiş, hamakta, kitap okuyup dertlerini istanbul'da bırakmışken hayal ediyorum... beni haksız çıkarma lütfen :)

saaaadet, küçük kadın... canı sıkıldığında bile sesi düzgün çıkan, olumlu ve güçlü kadın... bak ikimizin de yepyeni bir hayatı var artık :))

ali abi, tarkan'ın ali abisi... yazdıkların için teşekkür ederim ve tanışmayı çok isterim... belki bir gün ordu'ya yolun düşer???

canım babam, dayım, yengem, anneannem, dedem... nasıl kurşun döktük giderken... görseler inanmazlardı yemin ederim...

tuna, özlem, esra, şule abla, lalehan, songül, ahmet, banu, cuma, hilal, engin, argun bey, gökalp bey, fikret bey, can, cemile, gülden, semra, senem, tarkan, toş, bora, burçin, eda, gökhan, okhan... yazın, telefon açın, habersiz bırakmayın beni...

ordu güzeli,
diren

21 Mart 2009 Cumartesi

benim şehrim...


bir şehirle nasıl vedalaşılır? söz konusu olan "istanbul"sa kolay olmasa gerek...

4 aylık antalya staj maceramı saymazsak, buradan hiç ayrılmadım ben... istanbul'da okudum, en sevgili dostlarımı edindim, aşık oldum, ayrıldım... istanbul'da öğrendim paten kaymayı, çıkan bisiklet zinncirini takmayı, altılı ganyan oynamayı, balık atlamayı... kardeşim yok ama istanbul'da tanıdım kardeş dostlarımı... tiyatroya ilk istanbul'da gittim... sinemaya, konsere ve mitinge de... hayal kırıklıklarımın en kocamanını istanbul'da yaşadım, mutlulukların en büyüğünü de...

kendi düzenimi kurduğum yer istanbul... en güzel yemekleri yiyip, en güzel sohbetleri ettiğim yer... kimi sokaklarını ezbelediğim, esnafıyla selamlaştığım yer... martı sesleriyle uyandığım, vapurda simit yemeye doyamadığım yer...

10 gün uzaklaşınca burnumun direğini sızlatan, karışık, güzel, büyük, sorunlu, renkli, kirli, bol hikayeli bir şehir burası... sevmekten kendimi alamadığım ama çok insan harcadığını bildiğim harikulade şehrim... benim şehrim...

yaşamımın bu döneminde ayrılıyoruz... ama döneceğim...

16 Mart 2009 Pazartesi

rüzgar nereden eserse...


selin'le liseyi bitirdiğimizde daha şubat ayıydı... çünkü biz kredili sistem mağdurlarıydık ve 5 dönemde bitirmiştik okulu. geriye kalan 1 dönemde de üniversiteye hazırlanmayı umut ediyorduk. dersane tam gaz devam ediyordu... bütün konuşmalarımız "psikoloji mi okusak, uluslararası ilişkileri mi denesek, hukuk bizi bozar mı, şehir dışına çıkar mıyız" üzerinde dönüp duruyordu...

sınav geldi çattı, sonuçlar açıklandı... aaaa, kazanamamışım :) bir kere daha denedik... istanbul üniversitesi, turizm işletmeciliği... yıllarca her girdiğim büyük sınavda başarısız olmamla sürekli dalga geçen babam, eve geldiğimde "kedi olalı bir fare tuttun" yazılı bir pankartla karşılamıştı beni...

okul beyazıt'ta, ortam güzel, dersler rahat... nasıl geçti anlamadım 2 yıl... paldır küldür pacha tours'da buldum kendimi. (burada sevgili ahmet şensılay'ı sevgiyle anıyorum.) oradan oraya 11 sene geçmiş...

bu yazıyı bu işi bıraktığımı ilan etmek için yazıyorum esasen :) artık canım ne istiyorsa, rüzgar nereden eserse, yüreğim ne diyorsa onu yapacağım... kriz, ekonomik sorunlar, ülkenin durumu, dövizin bilmem ne kadar oluşu, hayat şartlarının ağırlığı hiç umrumda değil...

mutlu olduğumuz kadar varız...

özel not : tunacım, poyrazcım.... eğer hayatın karmaşasında sizi sevdiğimi yeterince söyleyemediysem üzgünüm. yaşadığınız bu "sağlıksız" günlerde kalbim sizinle....

oyumu en çok bayrak asana vereceğim...


yaklaşan seçimler nedeniyle yollar, panolar ve aklınıza gelebilecek her türlü boşluk; çeşitli partilerce kullanılıyor. yetmezmiş gibi, gazetelerimizin ekinde ya da aldığımız dergiye yapışık bir şekilde evimize de giriyorlar. tüm bu gereksiz masrafın içinde, en çok yollardaki bir direkten diğer direğe gerdirilen sıralı bayraklara sinir oluyorum...

hayır yani, bu pisliği ve tacizi görüp, "bizim mahallede en çok akp bayrağı var, oyum onlara" diyen var mıdır? ya da "falanca slogana bayıldım, oyumu chp'ye vereceğim" diyen birine rastladınız mı? peki süslenmiş seçim otobüsünden kısık sesiyle çığıran adamlara acıyıp oyunu veren var mı? "dürüst belediyecilik anlayışıyla, sizin için sizden biri" lafına tav olan?

ben bu sene oyumu kimselere vermeyi planlamıyorum. ama önümüzdeki seçimlerde, en yaratıcı olana, en az çevreyi kirletene ve "hoşmerim yeme, şekerin çıkar"dan daha iyi laflar bulabilene vereceğim oyumu...

zira siyaset, zekadan yoksunların yaptığı bir iş olmaya başladı iyice...

28 Şubat 2009 Cumartesi

güzel günler göreceğim...


son zamanlardaki ağır aksak gidişat yerini hızlı bir koşuya bıraktı... son 48 saat içinde yaşananlar belki 6 aya yayılsaydı ancak hazmedilebilirdi...

yaşamın önünüze neler çıkaracağını bilemiyorsunuz, dolayısıyla yapılan hesaplar ve kitaplar bir türlü tutmuyor, tutamıyor.

misal ayın sonunu rahatça getirebildiğimi düşündüğüm zamanda termosifonum patlar, dişçiye milyarlar vermem gerekir, çantam çalınır ya da bilmediğim vergi borçlarım çıkar. aile ve arkadaş arasında bu konularla ilgili çokça dalga geçilir benimle... bozulmayan beyaz eşyam olmadığından ilk baktığım şey "garanti süresinin uzunluğu"dur.

her ne kadar kabuk değişimi beni heyecanlandırsa da, bulunduğumuz zeminin yumuşaklığı gözümü korkutuyor. tünelin sonundaki ışığı da zar zor görüyorum.

ama hayatlarımızdaki bu hızlı değişiklikler eminim bizlere iyi gelecek... ikocum yeni evindeki yeni hayatında çok mutlu ol... istersen dünyanın öbür ucuna taşın ben yine geleceğim, yemeklerini yiyeceğim ve benim için yaptığın odada kalacağım...

bense hayallerimin peşinden koşacağım. herşeyi göze alarak... çünkü "diren"mek gerek... çünkü kalbime söz geçiremiyorum. çünkü esas olan mutluluktur... çünkü hiç birşey için geç değil... çünkü gelecek güzel günlere güveniyorum...

o zaman geleceğe içelim bu gece...

19 Şubat 2009 Perşembe

1. cemre


cemre olayı, bilimsel midir, değil midir bilmiyorum. bu lafı soru kabul edip, yorumlar kısmına uzun uzadıya iklimsel detaylar yazmayın lütfen.

havaya, suya ve toprağa düştüğü varsayılan cemre konusu benim hep içimi ısıtmıştır. onlar düştükçe hava ılıklaşır, erik ağaçları beyaz beyaz çiçek verir, paltolar mont olur, sosyete olanlar güneş gözlüklerini takmaya başlar, elele yürüyen çift sayısında artış görülür, kafeler dışarıdaki masalarını faaliyete geçirir, çizmeler tercih edilmez olur, hava geç kararır, insanoğlu işten çıkıp direkt eve gitmek istemez, beyoğlu bir hoş olur, ada daha da hoş olur...

bugün 1. cemre düştü...

boğazım şiş, halsizim, para sıkıntısı diz boyunu geçeli çok oldu, çok istediğim sinema sektörüne henüz giriş yapabilmiş değilim, kendime çok az vakit ayırabiliyorum ama hiç birşey umrumda değil. hazır cemre de düşmüşken, moda'da simit-ayran ikilisi eşliğinde sohbet etme zamanıdır şimdi... aşık olma ve diz dize oturma zamanıdır şimdi... beklediklerine kavuşma zamanıdır şimdi...

iko'ya sevgiler :)
not : resim tarkan çiçek'e aittir...

17 Şubat 2009 Salı

seni seviyorum, çünkü...


yağmur ve soğuğa rağmen, beşiktaş iskelesinde beklediğin için

sabahın 6'sında balkon kapısını tıklattığın için

gülen, sıcacık gözlerin için

güzel sümbüller ve harika fulyalar için

hatta onları gazete kağıdının arasına saklayarak getiren halin için

deniz otobüsündeki tanışma hikayemiz için :)

sabahları biskremle kahvaltı etmek sana acayip gelmediği için

bold pilot'ı bildiğimde şaşıran suratın için

adadaki güzel manzaralı merdivenlerde benimle sigara içtiğin için

telefonunu hiç kapatmadığın için

harika almanca konuştuğun için

çok saçlı, esmer kız çocuğu hayallerime ortak olduğun için

ağladığımı duyduğunda koşarak gelip beni sakinleştirdiğin için

hep çok güzel koktuğun ve sarıldığın için

dün koltuktaki 5 dakikalık huzurlu uykun için

telaşlı halin ve eve dönme sendromun için

evdeki toza karşı olan alerjin için

muhteşem yüreğin için...

seviyorum seni...

15 Şubat 2009 Pazar

yumurtalı ekmekli kahvaltı...

yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem,
ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı...
cemal süreyya

pazar günlerinin banyo ve çamaşır günü olduğu zamanlarda, haftasonu kahvaltıları da kutsaldı... kahvaltının bir "ana malzeme"si vardı. peynir, zeytin, bal, reçel falan da ona eşlik ederdi. ana malzeme bazen simit, bazen börek, bazen de yumurtalı ekmekti... ben yumurta delisi olmamama rağmen, sofraya getirdiği o "emek verildi bu sofraya" hali ve içtenlik durumu beni çok etkilerdi. eve davet edilmiş ya da cumartesiden bizde kalmış dostlarla masa daha da şenlenirdi...

o masalardan birinde, ortaya gelen sucuklu yumurtaya bakıp "anne, bu ne?" diyerek, annemi rezil ettiğimi ve arkadaşlarının "ilkincim, bu çocuğa hiç mi sucuklu yumurta yedirmiyorsunuz?" dediğini hatırlıyorum... hala söylenir bu konuda :)

bu yazıyı da ne zamandır yumurtalı ekmek yemediğimi farkettiğim için yazıyorum. hafta içleri koşarak işe gittiğimden, haftasonları da tek başıma olduğumdan özene bezene hazırlanan kahvaltılardan uzağım artık...

bu koca ve kalabalık şehirde, insanları ittire kaktıra kendime yer açmaktan, onları geçeceğim diye daha fazla çalışmaktan, sürekli olarak yolda geçirilen zamanı hesaplayıp buna hayıflanmaktan, kazandığım paranın hiç yetmemesinden, 360 günü yazın gideceğim 1 haftalık tatili düşünerek geçirmekten sıkıldım...

yaşasın yumurtalı ekmekli kahvaltılar, kahrolsun çalışma hayatı!

30 Ocak 2009 Cuma

gel zaman git zaman / ulaş'a...


adaya ilk taşındığımızda eylüldü... bir süre kiralık ev aramış, bulamamıştık... o süreçte okulun bir sınıfına eşyaları yığmış, kendimiz de başka bir sınıfa yerleşmiştik... annemle babamın öğrencileri gündüzleri ders veren hocalarını; biraz daha geç saatlerde, aynı noktalarda pijamalarıyla görebilirlerdi... yabancıladığım okul koridorlarında uykumun gelmesini hevesle beklediğimi hatırlıyorum...

gel zaman git zaman; tanışlar çoğaldı... ülkenin koyu siyah siyasi ortamında, çizgisini belli edenler daha da yakınlaştı, mücadeleye ortak arandı, bulundu... o karanlıkta el yordamıyla seçilen dostlar "ebedi" oldu...

biz sokakta yakan top oynayan çocuklarız o sıra... annem başucuma "küçük kara balık" kitabını koyuyor, haftasonları tiyatrolara götürüyor, sorduğum binlerce soruya sakince cevap veriyor, gazetelerin ilgimi çekmesini sağlıyor, haberdar olayım, fikrim olsun istiyor, kendi ayakları üzerinde durmasını başarabilen bir çocuk yetiştirmeye çalışıyor...

gel zaman git zaman o yetişen çocuklar da birbirlerini buldu, konuştu, anladı, sevdi...

ulaş'la benim hikayem de çok eskilere dayanır bu nedenle... benim tayt üzerine uzun tunikler giyip, altımda espadril denilen ayakkabılarla dolaştığım, o'nun da sınıfın gözdesi olduğu zamanlara... zira güzel çocuktu kendisi :) duyarlı ve az konuşan bir çocuk oldu hep ve ben o'nu hep çok sevdim...

gel zaman git zaman ulaşım büyüdü... bir kere boyu beni geçeli epey oldu. bir ara, okulda bir türlü uzatmayı başaramadığı saçları omzuna geldi. başka bir ara, sakallarından yüzü görünmez oldu. bazen aylar oldu sesini duyamadım. bazen doğumgünümü ilk o hatırladı. arada iskelede görüp kucaklaştık, arada kimsenin bilmediklerini bildik... ama ben hep o'nu çok sevdim...

yaş aldıkça daha da mı duygusallaşıyorum nedir bilmiyorum ama bence en kısa zamanda adada bir gün sabahlamalıyız... güneşi alman koyu'nda batırıp, büyükada'dan doğurmalıyız... çünkü çok özledim ben seni...

25 Ocak 2009 Pazar

film izlemeye devam ediyorum...

güz sancısı

bizim ülkemizin eylül ayları sancılıdır bir miktar malum... güz sancısı da 1955 eylülü'nü hikaye etmiş kendine... ama hikayeyi nereden anlatacağını şaşırmış sanki. işin politik yanını mı yoksa aşk kısmını mı öne çıkaracağına karar verememiş bir türlü... ne esas oğlanla kızın arasındaki o tutkulu aşkı hissedebiliyor seyirci ne de 50'lerdeki siyasi ortama hakim olabiliyor. sevmiyorum böyle "suyundan da koy" filmleri...

filmde sakil duran bir taraf vardı... nasıl desem??? samimi, sahici değildi sanki. belçim erdoğan'ın bir sinirlenme sahnesi vardı ki bence tiyatro sınıflarına "olmaz böyle şey" adı altında ders koydurabilir. murat yıldırım arkadaşımız dizilerde oynamaya devam etsin, zira sinema filmlerinde oynaması sağlığa zararlı.

bizim olduğumuz sinemadan mı kaynaklanıyordu yoksa film mi öyleydi bilmiyorum ama kimi yerleri ses sorunu nedeniyle anlamadım ben...

benim içime sinmedi "güz sancısı"... hatta sonrasında karnıma sancılar girdi, "daha iyisi olabilirdi, daha iyisi olabilirdi" diye...

vali

vali'den bahsetmeye dilim varmıyor aslında. ülkemde insan öldürmenin, birşeylerin üstünü göstere göstere kapatmanın bu kadar kolay olması kanıma dokunduğundan; ne oyuncular için ne de teknik açıdan birşey söyleyeceğim... boğazımda "devrim arabaları"nı izlerken oluşan yumru yine oradaydı...

peki biz vali'yi kaç kişi izledik? 10, bilemedin 15...

ey at gözlüğü takma konusunda uzman olan canım ülkemin canım insanları... satılıyoruz, peşkeş çekiliyoruz, öldürülüyoruz, susturuluyoruz, dövülüyoruz, kaybediliyoruz, hapislere atılıyoruz... uyan artık, ayağa kalk noolur, bağır, isyan et, "yeter artık" de... ama susma!!! lütfen susma artık!!!

8 Ocak 2009 Perşembe

fasa fiso ergenekon...


bu bir isyan yazısıdır. neye inanıp neye güveneceğimizi, kimi dinleyip, kimi umursamayacağımızı şaşırdığımız şu saçma günlerde, durumla ilgili benim de bir çift lafım var.

bu ergenekon zırvalığı bitmiyor. her dalgada bir sürü insan sorgulanıyor, içeriye alınıyor. fatih ürek, doğu perinçek, ibrahim şahin, bedrettin dalan, yalçın küçük, sisi ve sabih kanadoğlu'un ne gibi bir ortak yönleri olduğunu hala anlamış değilim. bu nasıl bir örgüt ki; iş partisi lideri ve yılan dansı yapan şarkıcıyı aynı çatı altında toplayabilmiş?

herşeyi bir kenara bırakın; sadece bu geniş ürün yelpazesi için bile kutlamak gerekir bence örgütün üst düzey yetkililerini...

aslında burada ulvi bir durum da göze çarpıyor. isimlere bakılırsa, örgüt "ne olursan ol, gel" ilkesini benimsemiş ve kapılarını herkese açmış. birşey değil, insanlar da bütün egolarını kenara bırakıp, ortak bir paydada buluşmuşlar. vallahi takdire şayan...

9. dalga, 10. dalga derken bir yerden sonra bunlar bize normal gelmeye başlayacak. zaten ters giden şeyleri içimizde legal hale getirerek, kabullenen bir milletiz. bir bakacağız bu haberler gazetelerin iç sayfalarına düşmüş.

bu durumda size moğollar'dan bir parça gönderiyorum : bir şey yapmalı, birşey yapmalıııııııı....