6 Kasım 2008 Perşembe

haftasonu sinemaları


bu pazar sinema günlerine başladım. gerçi hiçbir zaman yaz günlerinde sinemaya gitmeyenlerden olmadım ben ama izlenilesi filmlerin peşpeşe vizyona girdiği günlerde olduğumuz için fırsattan istifade iki film birden yaptım.

eski d's post'ları takip edenler benim bir “türk filmi destekleyicisi” olduğumu bilir. o yüzden ilk biletimi herkesin üç beş kelam ettiği “mustafa” için aldım.

medyada eleştiri bombardımanına tutulup haksızlık edildiğini düşündüğüm mustafa’yı izlerken; hiçbir şeyi olmayan, kalmamış bir halktan yarattıklarıyla bir kez daha gurur duydum. iyi bir arşiv çalışması yapıldığını inkar etmek mümkün değil. bu arşiv çalışmasının en önemli karakterlerinden biri de istanbul turlarımızdan tanıyacağınız rehberimiz saadet özen. ellerine sağlık arkadaşım…

aslında mustafa kemal’in yapılacaklar listesi bizimkilerden oldukça farklı tabii:

1. rejim cumhuriyet olacak.
2. latin alfabesine geçilecek.
3. herkesin şapka giymesi sağlanacak.
4. din ve devlet işleri birbirinden ayrılacak.

bizimkiler daha çok “su faturası yatırılacak, “bilmem kimin teklifi hazırlanacak” gibi havadan sudan şeyler. dolayısıyla gösterdiği cesarete hayran kalıyor insan evladı. hedef belirleyip, hedefe doğru yürümek, bu yürüme sırasında da önüne çıkan her engeli kaldırmak günün şartları gereğidir diyorum ben.

medyada çokça magazin malzemesi yapıldığı gibi “içki içmesini, sigara içmesini ve yalnızlığını çok vurgulamışlar” sığ tezinin de tam karşısında duruyorum. en tepedeki adamın yalnız olmasından daha olağan bir şey göremiyorum. eğer arkadaşınız yarın, henüz savaştan çıkmış fakir bir ülkede cumhuriyet ilan etmeyi planlıyorsa, zaten sizinle olan paylaşımı da azalmaz mı? çünkü ben olsam “paşam biraz daha rakı koyiyim mi?” noktasında kalırdım sanırım…

içkiye ve sigaraya takılanların da -ne zaman bu kadar tutucu olduğunu bir türlü çözemediğim- aydın geçinen kesim olduğunu fark ediyorum hep. bu zamanda bunlardan bahsetmek doğru muymuş? yahu biz zaten mustafa kemal’in ağzına sigara koymayan ve asla içki içmeyen, namazında niyazında bir adam olduğunu mu zannediyorduk ki? kaldı ki o zamanı bu zamanı mı var? en karanlık zamanlarımızdayız, içki içen, oldukça çapkın, bolca sigara içen bir adam kurtardı bizi yaban ellerin esirliğinden. bu da herkese kapak olsun… hadi bakalım…

ikinci filmim “devrim arabaları”ydı. 60 yıllarda gençliğini yaşamış herkese imrenirim ben. o yılların renklerini, kıyafetlerini, düşünce şeklini, hayata bakışını bir başka bulurum hep. o yüzden de büyük bir heyecan içinde izledim filmi.

yurttaşlık bilinciyle, azimle ve cesaretle başlanan bir projenin nasıl da hiç tezahürat almadan rafa kaldırıldığını izledim.

benzini bittiği için yolda duruveren “devrim”i neden halkımız sırtında taşımadı? bundan 48 yıl önce yürüyen, türkçe göstergeleri olan, oldukça da sevimli bir otomobil yapan türk mühendislerimizin isimleri tarihe neden altın harflerle yazılmadı? köstek olmaya çalışan herkesi neden yuhalamadık? neden dışarıya bağımlı olmayı bu denli seviyoruz? neden (filmde de değinildiği gibi) “hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözünü durmadan haklı çıkarıyoruz?

ben bu filmi çok severek, hüzünlenerek hatta ağlayarak, kalbim normal ritminin dışına çıkarak, gülümseyerek izledim. üstelik bir gün çocuğum olursa adını devrim koymaya karar verdim. eski ve güzel günlerin anısına… devletin mesai paralarını geri veren işçilerin olduğu, sonucunda bir şey çıkmayacağını bilseler bile hevesle çalışan mühendislerin olduğu, birbirine sahip çıkan ve insancıl bir toplum olduğumuz günlerin anısına…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder